Ne varsa eskilerde var






Geç oldu ama güzel oldu. Bugün keşfettim bu şarkıyı. Keşfettiğim andan itibaren de çevirip çevirip dinliyorum. Bir şarkının sözleri bu kadar mı güzel olur demek istiyorum.

Yaşadıklarım mı acıtır canımı,
Yoksa yaşayamadıklarım mı?
Geceler mi daha karanlıktır sence,
Yoksa yarınsız sabahlar?
Aşk mı yıkar insanı,
Aşksızlık mı?
Giden mi daha yalnızdır,
Ardında kalan mı?
Tek çaresi zaman mı?
Söyle!

Hangimiz hangimizi tamamlayabildik?
Üzüle üzüle öğrendik el sallamayı gidenlere.

Levent Yüksel gerçekten de çok başarılı bir sanatçı. 90larda ilk yankı uyandırdığı dönemden bu yana oldukça uzun bir zaman geçti. Bir insan yıllar sonra bile nasıl bu kadar başarılı olabilir diye düşünürken diğerleri de geldi aklıma: Sertab Erener, Tarkan, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Ezgi'nin Günlüğü ve niceleri...

Bugün yeni çıkan şarkıcıların şarkılarını asla dinlemiyorum gibi bir yalan söylemeyeceğim, dinliyorum tabii ki onları da. Hatta çok çok güzelleri çıkıyor, çevirip çevirip yeniden dinlemek istediğim. Ama büyük çoğunluğu da ne yazık ki bir sezonluk, daha sonra çöp! (Geçen sezon Serdar Ortaç ve Hande Yener'in şarkılarında neden o kadar "çöp" mevzusuna takmış olduklarını şu an anlamış bulunmaktayım sanırım.) 



Neden diye soruyorum kendime, neden? Onlar da müzikti, bugünküler de. Bu kadar derin fark nereden kaynaklanmakta peki? Onlar resmen sanat eseriydi, yıllarca unutulmadılar. Hala 90lar Türkçe Pop'un yeri apayrıdır milyonlarca insan için Türkiye'de. Şimdikiler hiç öyle değil. Sanırım bu derin fark, işin biraz ciddiye alınması ile ilgili. Hani tarihte bir tartışma çıkmış ya edebiyatta, "Sanat, sanat için midir, toplum için midir?" diye. Şimdiki müzisyenlerin yapmaya çalıştığı müzik tam da bu noktada: Para için.

Seksi kızlarla dikkat çekici klipler, eğlenceli kıpır kıpır bir müzik, tam kopmalık, yazın da albüm çıktı mı "ohhh!". Müziği kendinizi vererek dinlerseniz vay halinize, hiçbir müzikalite yok. Söz dersen zaten şarkı sözü demeye bin şahit ister. 90larda ise, müzisyenler sadece "müzik" gibi müzik yapmak için ortaya çıkmışlar. Hala da bu ekol o şekilde devam ediyor. Ne yazık ki günümüzde yeni çıkan Türk müzisyenleri yıllarca unutulmayacak, adından söz ettirecek "sanat eser"leri ortaya çıkarmaktan ziyade; günü kurtarmak, albüm satıp paraya para dememek için "basit, kolay dinlenir, eğlenceli" şarkılar yapmayı seçiyorlar. Oysa bilmiyorlar ki, kaliteli işler yaparlarsa zaten para da başarı da peşinden gelecek. Sanırım kolaylarına nasıl gelirse öyle hareket ediyorlar. Olan da biz müzik severlere oluyor.


İş bu yazı günümüz Türk müzisyenlerine olan serzenişimin bir dışa vurumudur. Elbette ki günümüzde de hala güzel işler yapan müzisyenler var, onları tenzih eder başarılarının devamını dilerim.



Sevgi emek-ti.





Selvi Boylum Al Yazmalım'daki şu meşhur repliği hepiniz hatırlarsınız: "Sevgi neydi? Sevgi iyilik, dostluktu. Sevgi emekti." Evet sevgi emekti, ama bir zamanlar öyleydi yani sevgi emek-ti. Günümüz dünyasında ne yazık ki artık sevginin emekle iç içe olduğu ilişkiler göremiyoruz. İnsanlar karşılarındakine emek vermekten kaçınıyorlar itinayla. Kendileri karşısındakilerden alabildikleri kadar fazla şey almaya çabalarken, verebildikleri kadar az şey verme gayretindeler. Materyalist dünyanın dibine dibine indikçe, daha da artıyor emek yoksunluğu. İnsan kendisini ne kadar kurtarmaya çalışsa da, materyalizm daha da etkisi altına alıyor bünyeleri. Ne yazık ki durum benim için de aynı, her ne kadar bu durumdan şikayetçi olsam da.

Oldum olası eski filmleri izlemeyi, eski kitapları okumayı çok severim. Eski hayatları bir nebze olsun soluyabilmek çok önemlidir benim için, eski insan ilişkilerini, eski dostlukları, eski aşkları... Geç doğmuş addederim kendimi çoğu zaman. Bana göre 2000'li yılların çocuğu olmak, lanet olası bir cezası bu hayatın bizlere. Eski aşkların, sevgilerin neden o kadar büyülü, destansı olduğunu ve artık neden öyle aşklar yaşanmadığını sorar dururum çoğu zaman kendime.

Bence meselenin en önemli boyutu emek. Eskiden aşkı için, sevgisi için çok büyük emekler verip, çok büyük sorunlara göğüs gerermiş insanlar. Çöllere düşen Mecnunlardan, dağları delen Ferhatlardan, aşkı için ölen Romeo ve Julietlerden bahsediyoruz. Tabii ki bunlar efsane ama gerçek aşklarda da böyle örnekler görmek mümkün. Günümüzde ise hızlı tüketim malları misali onu tüketip başkasına, başkasını tüketip öbürüne gidiyor insanlar. Eski sevgili listeleri kabarırken, yaşanmışlıklar ve paylaşılmış şeyler azalıyor. Sadece adı sevgi-li olarak kalıyor ama sevgi-li olamıyoruz kimseyle. Dost derseniz ayrı bir konu.




Misal, erkek kadın için 100 metre yol yürümüyor. Kadın erkek için yarım saat erken dışarı çıkamıyor. Mesajlara cevap isterken 10 dakika bile bekleyemiyor insanlar, zamanında birbirini bir ömür boyu beklemiş aşklar yaşanmışken. Arkadaşlarımız, dostlarımız için fedakarlık yapamıyoruz, yapmak istemiyoruz. Bizleştirmeye çalışıyoruz insanları. Bizim gibi hissetmesini, bizim gibi davranmasını, bizim sevdiğimiz şeyleri sevmesini bekliyoruz karşımızdakilerden. Yapmazsa çiziyoruz üzerini, nasıl olsa insan bolluğu var, birisi gider diğeri gelir yerine. Metalaştırıyoruz tüm insanları, insanlığı. Sonuç: kabarık eski sevgili listeleri, bozuşulan düzinelerce arkadaş, artan boşanma yüzdeleri, yalnız kalan insanlar, yalnız büyüyen çocuklar. Yalnızlaşmaya bir kez alıştı mı insan, istemez oluyor artık yanında başka insan. Yalnız büyüyen çocuklar, daha da materyalist oluyor. O kadar alışmış ki yalnızlığa, yanında başkasını görmeye tahammül edemiyor belki de. Yanımızda birini istediğimizde, ihtiyaç duyduğumuzda çağırıyoruz insanları yanımıza, sonra atıyoruz bir kenara. Tutkularımız, isteklerimiz, hırslarımız, cinsel dürtülerimiz için kullanıyoruz diğer insanları tüketim malıymışçasına. Sonunda tükenen kendimiz oluyoruz ama farkında değiliz. Diyorum ya 2000'lerdeki dünya tuhaf bir dünya.

2000'lere inat, sıradan güllere, "Güzelsiniz, ama bir şeye yaramazsınız. İnsan sizin için canını veremez. Elbette yoldan geçen biri benim gülümün size benzediğini sanabilir. O tek başına topunuzdan önemli. Çünkü suladığım o. Çünkü fanusun içine koyduğum o. Çünkü rüzgardan koruduğum o. Çünkü tırtıllarını öldürdüğüm o. Çünkü sızlandığı ya da böbürlendiği ya da hatta kimi zaman sustuğu sırada kulak kesildiğim o. Çünkü benim gülüm o." diyen Küçük Prens'e kulak verecek birileri hala çıkar mı aramızdan acaba?

Sorular sorular...


Kendimi bildim bileli yaşamı sorgular dururum. Aklınıza bile gelmeyecek şeyler hakkında sorular bulup sorabilirim. Bugüne kadar mantıklı cevaplar aldım mı? Hayır, hepsi havada kaldı tabii ki de. Ama yine de sormaktan vazgeçmiyorum, deli miyim ne? Son zamanlarda yine aklımı kurcalayan bazı sorular var. Soruyorum:

* Ben kendimim ama ne kendi çıplak sesimi duyabiliyorum, ne de bedenimi çıplak gözle görebiliyorum. Ben ben olmasaydım da başka biri olsaydım, acaba kendimle ilgili ne düşünürdüm? Sever miydim mesela?
* Herkes renkleri aynı mı görür, tatları aynı mı alır? Benim kırmızı gördüğümü başkası benim mavim olarak göremez mi mesela? Benim tatlı algıladığım bir şeyi başkası ekşi olarak algılayamaz mı? Belki de zevkler ve renkler mevzusu bundan kaynaklanıyordur kimbilir?
* İlk insandan bu yana varlıkların adları, yemekler vs. nasıl oluşmuş. Özellikle bu yemek mevzunu çok merak ederim. Mesela asma yaprağını sarma yapıp yiyoruz ama neden elma yaprağını yemiyoruz? Nasıl bilgeymiş atalarımız, lezzetli olanı biliyorlarmış.
* Hayatımızı tesadüfler mi yönlendiriyor? O gün anlık bir kararla orada olmayı seçmeseydim ve o kişiyle tanışmasaydım mesela, hayatım nasıl olurdu?
* Adem ve Havva cennetten kovulmasaydı nasıl bir yaşam sürüyor olacaktık?
* Beynimizin ancak sınırlı bir kısmını kullandığımız biliniyor, tamamını kullanabilsek dünya nasıl bir yer olurdu?
* Paralel evren denen şey var mı? Mesela bundan bilmem kaç gün önce benim yapmadığım bir tercihi yapan başka bir ben evrende bir yerlerde tercihinin sonucuyla başbaşa yaşıyor mu şu anda?
* Neden varız? Sınav için tamam ama sınav neden var? Neden yani bunca karmaşa, neden?
* Neden güzel olan her şey zararlı, ve yine neden her güzel şey çok hızlı bir şekilde sona eriyor?
* Bir de müzik nasıl güzel bir şeydir Allah'ım? Nasıl bulunmuş bu müzik?

Sorularımdan başka varsayımlarım var. Boş durdukça düşünüyorum, evet.

* Bence dünya gerçekte yok. Hepimiz bir rüyada yaşıyoruz. Allah bu dünyayı yaratırken ne biçimde yarattığını bilemiyoruz neticede. İşte bana göre rüya olarak yarattı. Her şey kafamızda. Dokunduğumuz, hissettiğimiz hiçbir şey gerçekte yok. Hani rüyada da her şeyi gerçekmiş gibi hissederiz ya, aynı dünya da öyle. Ölünce uyanacağız ve bitecek her şey. Gerçek dünyaya uyanacağız. (NOT: Hayır bu kanıya Inception izledikten sonra varmadım, küçüklüğümden beri böyle düşünüyorum.)

* Zamanda yolculuk? Buna da çok kafa patlattım. Einstein'dan Tesla'ya araştırmışımdır çok. Bence zamanda yolculuk mümkün. Ama beden olarak değil, bilinç olarak mümkün. Sonuçta ruh bedenin sınırlarından kurtulunca zamandan da mekandan da kurtulacak, özgür kalacak öyle inanıyoruz. İşte anlık bir transla bence bilinç olarak geçmişe ya da geleceğe gitmemiz mümkün. Deja-vu dediğimiz olgu da bundan kaynaklanıyor tamamen bence. Bu yolculuğu nelerin tetiklediğini araştırmam lazım.

* Işınlanma yakın bir gelecekte mümkün olabilir bence. Ama sadece cansız varlıkları ışınlayabiliriz gibi geliyor. Canlı bir organizmanın atomlarına parçalanıp, sonra kusursuz bir şekilde bir araya gelip eskisi gibi olacağına şahsen inanmıyorum ben.

Geçen hafta Sofie'nin Dünyası'nı okudum. Yıllardır okumak istiyordum ama ancak şimdi fırsat bulabildim. Oldukça sevdiğimi söyleyebilirim. Kitabı okuduktan sonra kendi sorularım aklıma geldi ve bu yazıyı yazmamı tetikleyen şey de biraz o kitap oldu sanırım. Özellikle sonu vurucuydu. Okuyun, okutturun derim...

Belki de bu soruları sormadan en iyisi denk geldiği yaşamak. Aşağıdaki öneriyi mi dinlesek ne dersiniz?


Mülakat hikayeleri vol. 1



Geriye dönüp geçen 2 seneme baktığımda neler görmüyorum ki: onlarca iş başvurusu, yine onlarca iş görüşmesi ve hayal kırıklığı, oturduğum şehirden başka bir şehirde iş aradığım için durmadan ettiğim seyahatler, yorgunluklar, depresyon, arkadaşların "Senin gibi birisi nasıl işsiz kalır, sen istememişsindir" tarzı üzücü yorumlarına katlanma, aileyle yaşanan tartışmalar, akrabaların "Hani çok iyi bir okulda okumuştun, neden iş bulamadın?"larına göğüs germe, hiç istemediğim ve sevmediğim bir okulda yüksek lisans yapma... ve daha sayamadığım nicesi.

Tüm bu süreçte Türkiye'nin en iyi şirketlerinin İK departmanlarının o kadar saçma tavırlarına maruz kaldım ki, gülsem mi ağlasam mı dedirtir insana. Bir kaçını paylaşmak istiyorum yaşadıklarımın.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Çok saygıdeğer(!) uluslarası bir firmanın bir pozisyonu için sınava çağrılmıştım. Bu sınav için yine İstanbul yolunu tuttum. Sınavım gayet iyi geçmişti ve neredeyse tamamına yakınını doğru yaptığıma emindim. Nitekim de aynı günün içerisinde sınavı geçtiğime ve mülakat için ileride bana haber vereceklerine dair bir mail aldım. Mülakatta çıkabilecek olası sorulara çalıştım. Aynı liseden mezun olduğum ve o firmada çalışan bir bağlantı buldum ve telefonla bir saate yakın yurtdışı görüşmesi yapıp ondan tüyolar almaya çalıştım. tam anlamıyla kendimi hazırladığımı hissederken, saygıdeğer(!) firmamızdan pozisyondan elendiğime dair bir mail geldi. Klasik "uygun pozisyon olduğu takdirde döneceğiz." safsatası. Ben de hemen telefona sarıldım ve neden elendiğimi öğrenmek için firmayı aradım. Meğer, İK benim CVmi beğenmiş, sınava çağırmış ve sınavım da iyiymiş. Ancak daha sonra sınavı geçenler arasında ilgili departman kendisi tekrar eleme yapmış ve benim CVm de elenen CVler arasındaymış. İnsan ister istemez soruyor, bu denli büyük bir firmanın İK'sı ilgili departmanla koordinesiz mi çalışıyor yoksa alınacak kişi belliydi de diğerleri laf olsun diye mi çağrıldı? Şayet ikincisi doğru ise, benim şehir dışında oturduğum belli iken neden beni oraya kadar yoruyorlar? İki durumda da ilgili firmanın oldukça gözümden düştüğünü belirtmeliyim.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Bir diğer anım yine uluslarası oldukça rağbet gören bir firma ile ilgili. İlgili pozisyon için görüşülebilecek herkesle görüştükten sonra teklif aşaması için beklemeye başlamıştım. Bir hafta içinde neticelendireceklerini söyledikleri halde, 2 hafta geçti 3 hafta geçti hiçbir haber alamadım. En sonunda pozisyona başkasının alındığını öğrendim. Benim alınmama nedenim ise tabiri caizse "yırtık" bir insan olmamammış. Pozisyon satış ya da pazarlama pozisyonu olsa sonuna kadar hak verecektim ama alakasız bir pozisyon için sırf "yırtık" diye birini işe almak çok trajikomik geldi. İşin ilginci firmada hali hazırda çalışan bir arkadaşım olmasa ben sonucu ve neden alınmadığımı asla öğrenemeyecektim. Lütfedip ne maille ne de telefonla dönmediler bile.

------------------------------------------------------------------------------------------------


Bir diğer iş görüşmesi anım uluslarası değil ama Türkiye'nin en büyük holdinglerinin bünyesindeki bir firma ile ilgili. İlgili pozisyon için 5 aşama görüştüm bahsettiğim firma ile. Teklif aşaması için oturup bekliyordum ve az önce bahsettiğim firma gibi 1 hafta içinde sonuçlanacağını söylemişlerdi ki 1 hafta oldu 2 ay. Aradığımda hiçbir şekilde netice alamadım. En son aranıp, pozisyonun tanımı değiştiği için beni maalesef olumlu değerlendiremediklerini üzülerek(!) belirttiler. Meğer, firma finansal anlamda darboğazdaymış, ilgili pozisyona stajyer konumunda birini yerleştirmişler asgari ücret verebilmek için. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim.

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Türkiye'nin ve dünyanın en büyük firmalarından olan bir firmanın sınavını geçip, ön görüşmesi için İstanbul yolunu tutmuştum yine. Görüşme beklediğimden kısa sürdüğünde anlamıştım bir şeyleri zaten ve mülakat yapan İKcıya da kısa sürdüğünden dem vurdum. Kısa olmasının önemli olmadığını onların gayet iyi değerlendirdiklerini söyledi kendisi. Sonuç: olumsuz. Ön görüşme sonrası olumsuz olmasına o kadar içerlemiyorum artık, teklif beklerken karşılaştığım şeylerden sonra. Ama garip olan taraf bu büyük firma adına öngörüşmeyi yapan İK danışmanlık firmasının olumsuz mailini 25 kişiye atarken 25inin de mail adresinin gün gibi ortada olmasıydı. Herkesin adı soyadı, okul maili olanların okuduğu okullar... İnsanlar direkt afişe edilmişler yani. Bu duruma oldukça sinirlendim, okkalı bir mail yazmaya niyetlenirken özür dilemek için aradılar. Hata olmuşmuş. Neden elendiğimi sorduğumda, firma prensibi söyleyemeyiz dediler. Özür diledikten sonra aynı mailin ikinci defa gelmesi daha da trajikomik olanıydı. Bir kere afişe ettikleri yetmemiş gibi, ben de kendilerini buradan afişe etmek isterdim ama neyse...

---------------------------------------------------------------------------------------------------

En son maceram ise 6 ay sürdü. Evet, yanlış duymadınız tamı tamına 6 ay! 6 ay süresince 5 aşama geçirdim ve sayısız bekleme yaşadım. Tam bu sefer olacak, artık bu işi alırım diye düşünürken pat: olumsuz maili. İnsan 5 aşama sürüklediği 6 ay beklettiği birine, lütfedip de telefon açıp sonucu söylemeli diye düşünüyorum. Bu firmayla ilgili planlarım var...

---------------------------------------------------------------------------------------------------

Şimdilik anlatacaklarım bu kadar. Aslında daha yaşadığım neler var ama hepsini şu an yazamıyorum maalesef. Bunları buraya yazma nedenim, Türkiye'de özel sektörün, insana saygının ve insana verilen değerin ne kadar düştüğünü görmenizi sağlamak. Ben kendimi bildim bileli, ilkokuldan beri bugünler için emek vermiş biriyken karşılığı böyle olmamalı diye düşünüyorum.Özel sektör iş veremiyor belki, alacağı kişi sınırlı, onlar da haklı ama yine de insana verilen değer bu olmamalı!

İlk fırsatta bu ülkeden kaçmak için fırsat kolluyorum ve ne acıdır ki benim gibi düşünen çok fazla genç var bu ülkede. Birileri neden beyin göçü var diye ağlamasın sonra!

Keywords Keywords...



Google Analytics sen süper bir şeysin! Sana üye olduğumdan beri blogum ile ilgili pek çok istatistiğe kolayca erişebiliyorum. İtiraf etmem gerek ki incelerken en keyif aldığım kısım, arama motorlarından hangi keywordlerle bloguma ulaşıldığını incelediğim kısım. Keyword de öyle keyword değil, meraklı arkadaşlarımız resmen tüm soru cümlelerini yazmışlar, cevap bulma paniği içerisinde :))) Ama pek çoğu için ne yazık ki benim sitemde aradıkları cevapları bulamamışlardır. 

Ben de madem öyle diyerek bir kıyak geçeyim dedim ve bu sorulardan en hoşuma gidenleri elimden geldiğince cevaplamaya karar verdim. Gelsin sorular:

(S: soru C: cevap)

S: İş var mı iş?
C: Vallahi yok billahi yok, olsa ben bulurdum bu iki senede. Yok, yok, yok...

S: Bir arkadaşın güçlü ve zayıf yönleri(!?)
C: Hangi arkadaş olduğuna göre değişir, net bir cevap veremiyorum maalesef :p


S: En kolay veren kadın tipleri (!?)
C: Buradan bunu söylemem doğru olmaz sanırım :p

S: Erkek kendini ağırdan satmalı mı?
C: Satsın da görsün gününü, kızlarla başa çıkmak kolay mı?

S: Erkekler neden gömlek değiştirir gibi sevgili değiştirir?
C: Eee bu devirde para yok adamın bir tane gömleği var, napsın o da sevgili değiştirmekle idare ediyor.

S: Geç kalmışım hissi
C: Evet ben de hissediyorum onu zaman zaman.

S: Hep aynı hatalar yapıyorum
C: Evet doğrusu "hataları" olacaktı.

S: Starbuck iş görüşmesine gittim alma olasılıkları nedir?
C: Bana sormayın, bana kalsa herhangi bir firmanın bir kişiyi işe alma olasılığı %0. Tecrübeyle sabit.


top