Karanlıktan aydınlığa...


Geçtiğimiz Nisan ayında görmeye gittim Karanlıkta Diyalog sergisini, daha doğrusu deneyimlemeye diyelim. Nisan ayından bu yana bu sergiyle ilgili bir yazı yazmak hep aklımdaydı ama erteleme hastalığım sağolsun, erteledikçe erteledim. Nihayet bugün artık yazmaya karar verdim.

Sergiye 8'er kişilik gruplar halinde katılıyorsunuz. Kendi tanıdığınız insanlardan bir grup oluşturup gitmeniz bir parça daha güzel olabilir. Biz 6 kişilik bir gruptuk, yanımıza oradan tanımadığımız iki kişi daha eklendi. Sergiye girmeden evvel görevliler çeşitli uyarıları ve yönlendirmeleri yapıyorlar. Elinize birer değnek veriyorlar, rehberinizle tanışıyorsunuz, koridordan içeri adımınızı atıyorsunuz ve sergi o andan itibaren başlıyor. Öncesinde "Ne kadar karanlık olabilir ki, yani bir süre sonra gözlerim alışır nasıl olsa. Bir şeyleri seçebilirim iyi kötü." diye düşünürken hayatımda belki de ilk kez zifiri karanlığın ne demek olduğunu orada anladım. Gözünüzü kırpıştırıyorsunuz, kapatıp açıyorsunuz, zaman geçsin diye bekliyorsunuz ama hiçbir şekilde o zifiri karanlıktan kaçamıyorsunuz, nesneleri seçemiyorsunuz. İçeri ilk adım attığım anda olduğum yerde kalakaldım, duvarın dibinden ve insanların yanından ayrılmak istemedim. Biraz zaman geçince ve karanlığa alışınca daha serbestçe hareket eder hale gelip ortamın tadını çıkarmaya başlıyorsunuz. Tanıdığınız insanların sesine gidiyorsunuz, arada onlarla çarpışıyorsunuz komik durumlar oluyor. Ama kimseye bağımlı olmadan sergiyi dolaşabiliyorsunuz. 

O gün zifiri karanlıkta bir park gördüm ben, kuşları, çiçekleri, çimenleri, ağaçları... Pazar yerine gittim, meyveleri, sebzeleri seçtim. Kaldırımda yürüdüm tek başıma, insan içine karıştım, tramvaya bindim. Vapurla yolculuk yaptım, boğazı, denizi, rüzgarı hepsini hissettim iliklerimde martı sesleri eşlik ederken. Sinemada film izledim sonra, mis gibi çay kokan bir kahveye gidip oturdum. Evet hepsini gördüm, hissettim, yaşadım. Apayrı bir deneyimdi. Rehberimiz Ali Rıza Bey yol gösterdi hepsinde, o gün böylesine tatlı bir insanı tanıdığım için de ayrıca mutluyum.

Görselliğin hayatımızda ne kadar da önemli bir yer kapladığına şaşırarak şahit oldum o gün ve aslında işte sırf bu yüzden ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğümüze. Görsellik önyargıların belki de en önemli nedeni. Görme duyusu ve görsellik aradan çekilince daha bir fark ediyorsunuz her şeyi: kokuları, sesleri, hisleri, rüzgarı, bir dokunuşu... İnsanların güzel ya da çirkin olması, iyi giyiniyor ya da kötü giyiniyor olması hiç önemli değil. Onlar insan, sesleri var, kokuları var, içtenler, samimiler. Konuşmak güzel, daha çabuk kaynaşıyorsunuz, daha çok güven hissediyorsunuz.

Sergi bitip de yavaş yavaş aydınlığa çıktığımızda gözlerim çok yadırgadı, yavaş yavaş alıştım aydınlığa da tıpkı karanlık gibi. Sonrası bildiğimiz dünya.

Hala devam ediyormuş sanırım, Gayrettepe metro istasyonunda. Hepinize şiddetle öneririm, gidin ve bu harika deneyimi yaşayın. Görme engelli (bu ifadeyi de pek sevmem ama) insanlarla empati yapmak ya da görebildiğimize şükretmek için değil. Zaten 1,5 saat sonra aydınlığa kavuşacağınızı bilerek ve tamamen güvenli bir ortamda, rehber eşliğinde gezdiğiniz bu sergi bence hiçbir şekilde görme engellilerle empati kurmanızı sağlayamaz. Yanınızda kimsecikler olmadan ve gözleriniz görmüyorken İstanbul sokaklarına bıraksınlar sizi bakalım neler oluyor? Şükretme olayına gelince, şükretmek bana her zaman biraz bencilce gelmiştir. Hayır, kendi sahip olduklarımıza şükretmek değil; başkalarının sahip olamadığı ama bizim sahip olduklarımız için şükretmek bir parça bencilce değil mi sizce de? Bu sergiye gidin çünkü, orası görselliğin olmadığı apayrı bir dünya. Kısa bir süreliğine de olsa o dünyanın bir parçası oluyorsunuz. Farkındalığınız, bilinciniz ve hayata bakış açınız değişiyor. Ben mesela dışarıda gördüğüm görme engelli insanlara eskisinden biraz daha farklı bakıyorum artık. Daha farkında, daha bilinçli...

Velhasıl kelam, gidin görün.







Bir sürü haller içinde halim


Cici bir adım daha atmak istiyorum hayata ama ardımdan tutanım çok fazla. Olduğum yerde sıkışmış duruyorum uzun zamandır. Bugün annem telefonda "Sen hep daha iyisini isterdin, noldu da şimdi sadece yetinmeyi seçiyorsun?" dedi. Verecek cevabım yoktu, sanırım uzunca bir zamandır da yok. Önünde oldukça uzun zaman olup da hiçbir şey yapamamak, yaşlanıp da hiç zamanının olmamasından daha kötü galiba.

Çok sevgili bir dostum geçenlerde insanoğlunun en büyük arzusunu yazsana bloguna dedi. Neymiş dedim, insanoğlunun en büyük arzusu. Ölümsüz olmak dedi. Düşündüm biraz, hepimizin kendimize yüklediği en büyük anlam bu aslında: Ölümsüzlük. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamız bile bu yüzden, hırslarımız, kırıp parçalayıp yok etmelerimiz. Bugün öleceğimizi bilsek oysa ki; bu hırs, bu kavga, bu her şey... ne kadar anlamsızlaşırdı.

İnsan ırkı olarak her yaptığımız şeye kendi imzamızı atma isteğimiz var. Devasa yapılar inşa etmek istiyoruz, ölümsüz eserler ortaya çıkarıyoruz. Kendimizden sonra da yaşayacak yeni yeni buluşlar ve icatlar ortaya çıkarıyoruz, başarmak ve nesillerce adımızdan söz ettirmek istiyoruz. Hiçbirisi olmasa sevdiğimiz insanların kafasında hep yaşayacak güzel anılar bırakma telaşı içindeyiz. İsmimiz hep yaşasın ve hep hatırlanalım, öyle değil mi?

Siz de günlük hayatınızda çoğu zaman farkındalığınızı yitirdiğinizi düşünüyor musunuz? Tüm bu ölümsüzlük mevzusuyla bu denli uğraşırken anı kaçırdığımızı hissetmiyor musunuz siz de? Heyecan nerede peki? Daha ileri gitmeye, koşmaya neden olacak bir heyecan lazım belki de. Heyecanı hatırlatacak ufak bir şey... Bu evrendeki her şey bir gün sonsuza dek yok olup gidecek ne de olsa. Koca koca adımları atmak çok daha kolay olurdu belki o zaman.


top