Bazen


* Bazen bazı sözler geliyor aklıma, sonra unutuyorum onları. Hatırlamıyorum hiç, keşke hatırlasam.

* Yıllar yıllar önce yapmayı planladığım ama hala yapmadığım şeyler var, ve onları sonsuza dek yapmazsam çok üzüleceğim. Neden ertelediğimi bile bilmiyorum.

* Söylemek istediklerini zamanı geçtikten sonra söylemenin bir anlamı var mı? Söylemesen söylemediklerinin hatırı kalır mı?

* Bir insanın senin için ne kadar önemli olduğunu onu kaybedince değil, onunla yeniden karşılaştığında anlıyormuşsun.

* Dünyada seven sevilen ve tüm güzellikleri hak eden güzel insanlar var. Bir de ben varım öyle tek başıma. Bazen düşünüyorum onların başına gelen kötü şeyler benim başıma gelseydi, olmaz mıydı mesela?

* Şu an burada oturuyor olmaktan utanıyorum. Dünyada gidilecek çok fazla yer, yapılacak çok fazla şey, okunacak, izlenecek ve dinlenecek o kadar fazla şey var ki.. ben şu an öylece burada oturuyor olmaktan çok utanıyorum.

* Sonunda hep iyiler kazanır deriz ya, belki de evrenin kuralları o şekilde işlemiyor. İnsanlar tüm kötülükleri hayatta kalma içgüdüsüyle yapıyor ve korkarım ki iyiler bu doğal seçilimde daima elenen taraf olarak kalacak.

* Tamamı rüya olan bir hayatta var olmaya çalışan yıldız tozlarıyız sadece. Tek yapmamız gereken yaşamakken, en beceremediğimiz şey yine o.




Tepkime


Hayatın zincirleme tepkimelerden oluştuğuna inanıyorum. Bir ya da birden fazla zincirleme tepkime olabilir, ama herkesin hayatı illa ki kocaman zincirleme tepkimelerden oluşuyor. 

Her zincirleme tepkime bir hikaye aslında. Başlarken hangi halkaların tetikleneceğini asla bilemediğimiz bir hikaye. Sadece varsayımlarla hareket ediyoruz, bir kıvılcım ve her şey başlıyor. İlk tepkime sonrakileri tetikliyor, tüm tepkimeler bitene kadar bu böyle devam ediyor. Tüm tepkimeler sona erdiğinde kendimizi tahminlerimizden ve başlangıç noktamızdan çok çok uzaklarda bulabiliyoruz. Hayat da böyle bir şey değil mi zaten? Bir şeyi delice isterken ve beklerken hayat bize başka başka şeyler sunuyor. Bir bakmışız hayatımız bambaşka bir yöne gitmiş. Yaşarken önemini fark edemediğimiz bir yığın şeyi geçmişe dönüp baktığımızda anlamlandırabiliyoruz ancak. 

Hayatımızda sıkışıp kaldığımıza inandığımız dönemler de yine bu tepkimelerle alakalı. Zincirleme tepkimenin bir noktasında, iki tepkimenin ortasında bir yerlerde takılıp kaldığımız zaman ilerleyemiyoruz. Zincirleme devam edemiyor, bir sonraki tepkimeye geçemiyoruz bir türlü. Yeni tepkimeye geçebilmek ve zincirlemeyi devam ettirebilmek için arkada eski tepkimelerden oluşan koca bir enkaz bırakmayı göze almak gerekiyor bazen. Enkazı arkada bırakıp, yeni tepkimeleri tetikleyecek cesareti ve gücü göze almak gerekiyor. Çünkü ancak bu şekilde yolumuza devam edebiliriz.

Takılı kalmak mı, yola devam etmek mi? İşte tüm mesele bundan ibaret.





Zaman



Yıldızları izliyorum. Sonsuza dek zamanı durdurmak istediğim anlardan birisi tam da o an, öyle güzel ki... İnsan yıldızları izlerken evrenin ne kadar büyük, kendisininse bu koca evren karşısında bir toz zerresi kadar önemsiz olduğunun bir kez daha farkına varıyor. Küçük dünyalarımızda kocaman egolarımızda kıpırdayacak yer bırakmazken, bir başkasının gezegeninde küçücük bir nokta olabiliyoruz işte.

O anda görmekte olduğum tüm o ışıklar belki de yüzlerce yıl öncenin bir yansıması. Öyle uzaklar ki... Tam da şu anda o yıldızların bir çoğu sonsuza dek yok olmuş durumda olabilirler. Üzücü değil mi? O yıldızlardan herhangi birinde durmuş bizim gezegenimizin şu andaki halini gözlemleyen birisi -orada birisi var biliyorum- için de bizim gezegenimiz aslında sonsuza dek yok olup gitmiştir bile. Bu fikir; bir gün tüm bu dünyanın öylece yok olup gidecek olması fikri, bana her zaman çok hüzünlü gelmiştir. Tüm o kitaplar, şiirler, müzikler, buluşlar, resimler, tarihi eserler, şehirler, hatıralar, güzellikler, ilk çağlardan bu yana dünyada ilmek ilmek işlenen bir dolu şey... Hepsi bir gün sonsuza dek yok olup gidecek, tek gerçek bu. Zaman tuhaf bir şey, henüz ne yıldızlardan şu andaki halimizi gözlemleyen kişi ne de biz bu yok olmanın farkındayız.


Zaman karşısında o kadar aciziz ki. Yönetebileceğimizi düşündüğümüz ama asla yönetemeyeceğimiz yegane şey belki de zaman. Hızını bile ayarlayamıyoruz. Mutlu zamanlar hızlı geçerken, mutsuzlar ölüm yavaşlığında geçiyor. Hala on sekiz yaşında hissederken, otuzlarla başlayan rakamlara geliyoruz farkına bile varmadan. Gençken onu hunharca harcama lüksüne sahip olduğumuzu düşündüğümüz için belki de, çok acımasız davranıyor bize zaman. Bize ve bedenimize hoyratça yaklaşıyor bir şeylerin intikamını alırcasına. İstediği zaman bizi küçük oyunlarla kandırıp geçmişe ışınlayıveriyor. Bunu bazen bir koku, bir şarkı ya da tek bir kelime vasıtası ile yapabiliyor. Karşısında durup bu zaman yolculuğuna engel olamıyoruz. Sevdiğimiz birisi hayatımızdan sonsuza dek çıkıp gittiğinde onu zihnimizde olduğu gibi bırakıyor aynı zamanda zaman. Onu hep olduğu gibi hatırlarken, bize gün be gün yaşlanmanın acısını tattırıyor zaman.


Size zamanı yenebileceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Olan biten bir şeyden habersiz bir şekilde hayatınıza devam ederseniz aslında o şey sizin için gerçekleşmemiş demektir. Ne zaman ki o şeyin olup bittiğini bir şekilde öğrenirsiniz, o şey sizin için işte o zaman gerçekleşmiş olur. Aldatıldığınızı öğrendiğinizde aldatılmış olursunuz, daha önce değil. Birisinin öldüğünü hiçbir zaman öğrenmezseniz, o kişi sizin için hep yaşıyor olur.


Sadece, bazen bilmemek güzeldir.




Görünmez olmak


2015'te New York MoMA'da ve sonrasında 2016'da Londra Tate Modern'da rastladığım bir modern sanat videosu "How to become invisible?" (Nasıl görünmez olunur?) temalıydı. Hito Steyerl'in "How Not to Be Seen: A Fucking Didactic Educational.MOV File" isimli bu çalışmasında topluluklar içinde nasıl görünmez olunabileceği ile ilgili günümüz hayatını tiye alan örnekler bulunuyordu.

Örneğin 50 yaşın üzerinde bir kadınsanız ya da insan vücudundan öylece geçip giden bir wi-fi sinyali iseniz görünmezsiniz demektir. Güvenlikli sitenizde yaşıyor, güvenli arabanızla ev-iş arası mekik dokuyorsanız da aslında görünmezsinizdir. Bir resim olarak, ölü piksellere hapsolarak da görünmez olabilirsiniz. 

Piksel lafını duyunca gündelik hayatımızda nasıl da piksellere hapsolduğumuzu düşünerek gülümsemiştim. Şu günlerde herkes fark edilmek, duyulmak, anlaşılmak istiyor. Ama sorun şurada ki; bunu kendisi olarak değil de piksellere hapsolmuş bir suret olarak yapmak istiyor. Sureti aslına benzer mi? Aynadaki görüntümüz gerçek bizi yansıtır mı? Sosyal medyadaki biz aslında biz miyiz?

Sosyal medyayı ben de aktif kullanıyorum ama sosyal medya paylaşımlarımızla onaylanmayı beklemek bazen çok acıklı geliyor. Neredeyse bunun için yaşayan insanların varlığını görünce her seferinde neden bu denli şaşırıyorum bilmiyorum. Bir de story çılgınlığı çıktı ki sormayın gitsin. Zaten sürekli an be an yapılan paylaşımlar sabır sınırlarını zorlarken, şimdi de insanlar canlı yayın yapıyorlar, videolarını paylaşıyorlar. 

Gerçek bir anıyı yaşamaya vakit bulamadan kayda geçiyorlar, paylaşıyorlar. Eşlerini, sevgililerini ilk kez orada tanıyorlar. En alevli tartışmalara orada girişip, dünyanın en güzel hayatına sahip ve popüler insanı orada oluyorlar. Yine en iyi eş, en iyi anne de orada oluyorlar. En çok yine orada geziyorlar, en güzel orada yiyorlar.

Sokağa çıkmak lazım oysa ki, bir konseri canlı dinlemek, kitapçıları dolaşıp rastgele bir kitap sayfası açıp okumak. Çıplak gözle gökyüzündeki yıldızları izlemek, dalga seslerine kulak vermek lazım. İlk gördüğün anda karşındakinin ne kadar özel olduğunu sadece gözlerinden anlamak lazım. Dokunmak, sarılmak, öpmek lazım.

Mektup da yazmak lazım sonra, çok yakın bir gelecekte el yazısının sona ereceğinden korkuyorum. Anne Frank ve Van Gogh müzelerini gezerken en çok mektuplar etkilemişti mesela. Bizden geriye mektuplar kalmayacak korkarım ki. Böyle böyle görünmez oluyoruz, böyle böyle biraz daha ölüyoruz işte. Belki de çoktan görünmezizdir, bilemiyorum.






top