Şirin - Çılgın

    
      
Hayatımızda pek çok şirin şeyle karşılaşabiliriz: Şirin insanlar, şirin olaylar, şirin eşyalar... Aynı zamanda çılgın şeylerle karşılaşmamız da gayet olasıdır: Çılgınca düşünceler, çılgınca davranışlar, çılgın kalabalıklar... Bu ikisinin bir araya geldiği durumlar ise nadiren bulunur. Nadiren de şirin - çılgın, çılgın - şirin şeylerle karşı karşıya gelebiliriz.

Zaman zaman filmler gelir aklıma: replikler, sahneler, bölümler, aktörün gülüşü, aktristin bakışı. Evet, doğru bir sonuca vardınız, film izlemeyi çok severim. Ama daha da sevdiğim bir şey varsa; o da çok sevdiğim bir filmi ikinci kez seyretmektir, sonra belki üçüncü kez... Neden biliyor musunuz? Çünkü ilkinde tamamen konuya odaklanır ve bazı ayrıntıları gözden kaçırırsınız. İkinci izleyişinizde ise konuya tamamen hakim olduğunuzdan kendinizi ayrıntılar denizine olduğu gibi bırakabilirsiniz. İşte o zaman yakalarsınız onları: daha önce gözden kaçırdığınız bakışı, o gülüşü, daha önce önemsiz gelip atladığınız o repliği... Aynı şey kitaplar için de geçerlidir.

Bana çok sevdiğin bir filmi ya da kitabı anlat deseler, konusundan ziyade o ayrıntıları anlatırım. Hoşuma gidip defterime not alarak ölümsüzleştirdiğim o replikten bahsederim. Atmosferi şöyleydi derim, bir sokak vardı ışıl ışıldı derim. Çünkü zaten bana bu soruyu soran kişi, filmin ya da kitabın konusunu açıp herhangi bir web sitesinden de okuyabilir pekala. Bense ona bambaşka şeyler anlatmalıyım. İşte bu nedenle önemlidir ayrıntılar benim için.

Geçenlerde yine böyle yatağıma yatmış düşünürken, hayatımda bana hem şirin hem de çılgınca gelen sahneler belirdi gözümün önünde birer birer. Bu konuda bir yazı yazmalıyım diye geçirdim içimden. Bu sahnelerin ortak noktaları evlilik teklifi veya ilan-ı aşk içeriyor olmaları.



Yıllar önce Büyük Umutlar'ı (Great Expectations) okurken hayatımda okuduğum (dolayısıyla hayal ettiğim) en şirin ve aynı zamanda en...en emri vaki nikah törenlerinden birisine şahit olmuştum. Aranızda benimki gibi Büyük Umutlar müptelaları varsa karakterimiz Wemmick'i iyi bilirsiniz. O sahneyi ana karater Pip'in ağzından aktarıyorum sizlere:


Tam alana vardığımızda Wemmick birdenbire "Aa, şurda bir kilise var!" dedi. Bunun şaşılacak bir yanı yoktu. Ancak Wemmick aklına çok parlak bir buluş gelmiş gibi, "Hadi girelim bari" diyince şaşırdım.

Çevremize bakınırken Wemmick ceplerini karıştırıyor, bir şeyler araştırıyordu. Kağıda sarılı bir şey çıkardı: "Hoppala!" dedi. "Bakın burada bir çift eldiven var. Takayım bari."

Wemmick, "Hoppala!" dedi yeniden. "Miss Skiffins de buradaymış! Evlenelim bari.

Biraz sonra da papazla yardımcısı geldi. Her şeyi hazırlıksız, rastgele yapıyormuş numarası yapan Wemmick'in törenden önce cebinden bir şey çıkararak, "Hoppala! Şu yüzüğe de bakın! Hadi takalım bari!" diye mırıldandığını duydum.

Sundurmaya çıktığımızda Wemmick oltasını zafer kazanmış gibi omzuna vurarak, "Eyy, Bay Pip? Bizim düğün alayı olduğumuza kim inanır, söyleyin bana?" dedi. Ardından neşeyle güldü.



En sevdiğim filmlerden bir tanesi olan Sen Uyurken (While You Were Sleeping) pek çok şirin replik ve sahneye sahip ama içlerinden en şirini olarak seçtiğim bir tanesi var ki o ayrı şirin. Esas kızımız Lucy hastanede komadan yeni çıkmış Peter'la evlenmek üzeredir, ancak aslında onun erkek kardeşi Jack'i sevmektedir. Bunu tam nikah kıyılmak üzereyken aileye anlatmaya başlar. Sandra Bullock o kadar şirindir ki bu sahnede:

Lucy: Ben oğlunuza aşığım.
Peter ve Jack'in babası: Biliyorum.
L: (Peter'ı işaret ederek) Ama buna değil.
L: (Jack'i işaret ederek) Diğerine.


 

Aklımdaki bir diğer sahne ise tüm klişeliğine rağmen yine de oldukça beğendiğim Aşk Her Yerde (Love Actually) filminden. Fazla söze gerek yok, fotoğraf aşağıda:



En iyi arkadaşının karısına umarsız bir şekilde aşık olan bir adam, yılbaşında kızın kapısına gider ve hayatımda gördüğüm en şirin ve masum yollardan biriyle ona olan sevgisini gösterir.



Yıllar önce bir başka filmde, The Wedding Singer'da ise esas oğlan esas kıza uçakta gitar çalıp "Grow Old With You" şarkısını söyleyerek ilan-ı aşk etmişti. Uçak ve gitar ikilisini es geçebiliyorum ama şarkı seçimini asla!






En şirin - çılgın olanını ise en sona sakladım. Çılgınlık kısmı daha ağır basıyor kuşkusuz. Bu seferki sahne bir film ya da kitaptan değil, sadece bir kaç dakikalık bir klipten. Bon Jovi'nin "All About Loving You" şarkısını ve klibini hatırlarsınız umarım. Klip süresince genç bir erkeğin kendini gökdelenin tepesinden attığı andan itibaren, ağır çekimde düşüşünü izliyoruz. O düşerken, aşağıda kalabalık toplanır, dehşetle bu düşüşü seyrederler. Derken ağır çekimde kalabalığın ortasına erkeğin sevgilisi koşarak gelir. Tam erkek gitti gider derken, erkek paraşütü açar ve bir de ne görelim, işte:



"Benimle evlenir misin?" yazar paraşütün altında. Sonra kızla erkek birbirlerine sarılırlar ve klip biter.



Böyle çılgınca ve şirince olaylarla bir ilişkiye başlamak ya da bir başlangıç yapmak nasıl olurdu diye düşünüyorum ve düşünemediğimin farkına varıyorum. Ben bu konuda fazla normalim galiba. Kuşkusuz böyle şeylerle karşılaşmak çok değişik deneyimler olurdu ama ben kendi hayatımda ister miydim böyle şeyler? Ona pek emin olamıyorum işte!


NOT: Yılbaşı gelip çatmış bile. Herkese mutlu seneler :)
       
        

Bir Tavsiye

     
   
Bir tavsiye dediğime bakmayın, birden fazla olacak bugün tavsiyem size. Buraları uzun süredir boşladığımın farkındayım pekala da, ama bu süre zarfında deneyimlediğim bir kaç şey var. Bu deneyimlerimin sonucunda karar verdim tavsiye yazımı yazmaya da zaten, öyle uzun boylu bir şey değil canım mırın kırın etmeyin.



- Limon Ağacı kitabını okuyun, ama sakın ama sakın ilk baskısından okumayın. Çeviri rezalet. Öyle ki kitabı okurken İngilizce orijinal cümleyi tahmin edip, o cümleye göre kafamdan tekrar Türkçe'ye çeviri yapıyordum. Orijinal dilinde okuyun daha iyi. (Sonradan yayınevi çevirmeni değiştirmiş galiba yani diğer baskılar masum!)

- İstanbul Sapphire'e gidin gezin, ne biliyim oturun çay kahve için. Tüm bunlara tamam. Fakat sakın yanından yürüyerek geçmeye kalkmayın ben şahsen kaç kere uçma tehlikesi geçirdim. Yazıktır bünyenize, demedi demeyin.

- Ankaray'da elinizde çöp olduğu halde çöp kutusu bulurum umuduyla dolanıp durmayın etrafta, yok öyle bir şey, YOK!

- En son 3 sene önce girdiğiniz ALES'e tekrar girmeye niyetlenecek olursanız, evde çözüp de zamanı arttırdığınız geçmiş sorulara güvenerek "Zamanım artar, sıkılırsam çıkarım yeaa!" demeyin. Sonra sınavda sözele başladığınızda sadece yarım saat zaman kaldığını görür ve şok geçirirsiniz.

- Topuklularla yurdum kaldırımlarında uzuun bir süre yürümeye kalkmayın. Nasıl kaldırım yapıyorlarsa, Çin işkencesi yanında hafif kalır!

- Korku filmi sever olarak korku filmi izlemeye heveslenirseniz de gizli gizli tek başınıza izleyin. Yoksa siz korkmazsınız, çevrenizdekiler korkar, dolayısıyla siz korkarsınız : )


NOT: Buralar daha çok mülakat hikayeleriyle dolacak gibi görünüyor.
    
    

Steve Jobs'ın ardından

    
   
Bu sabahki koşuşturmacamın arasında, telefonumdan şöyle bir internete göz atarken önce Facebook'taki arkadaşlarımın paylaşımları gözüme çarpıyor. Hemen hurriyet.com'a girip acı gerçekle yüzleşiyorum. Sonrasında twitterdaki paylaşımları okuyorum vs. vs. 

Benim hiç iPhone'um olmadı, her Apple ürünü piyasaya çıkar çıkmaz koşturup satın alacak kadar param da olmadı hiç. Ama artık dünya Steve Jobs'un olmadığı bir yer ve bu tuhaf bir şekilde içimi burkuyor.

Peki neydi Steve Jobs'u tüm dünyaya bu denli sevdiren?

Başarı, zeka, yaratıcılık ve pazarlama yeteneğinin yanındaki biraz mütevazılık, içtenlik ve doğallık belki de.

Farklı alanlardaki insanları bilmem ama İşletme, Pazarlama ve Yönetim alanında eğitim görenler için anlamı büyüktür Steve Jobs'un. Bir çok insan için Steve Jobs denince akla iPhone gelirken, bizim 4 senemiz onunla ilgili başarı hikayeleri ve efsaneler ile geçti. Her İşletme Mühendisliği öğrencisinin kaçınılmaz sonuydu ona hayran olmak ve idol haline getirmek. Nitekim biz de öyle olduk.

Onsuz dünya biraz eksik, biraz nahoş olsa da büyütüp bugünlere getirdiği değer ve buluşlar, uygarlığımızın çok daha ilerilere taşınmasına en önemli katkıları yapmaya devam edecek kuşkusuz.

Yıllar önce izlediğim ve her bir cümlesi beynime kazınmış konuşmasıyla sizleri baş başa bırakıyorum.

Daima "Aç kalın, budala kalın." Eğer bu videoyu hala izlememiş olanlarınız varsa, söylediğim sözün anlamını videoyu izledikten sonra anlayacaksınız.


 
     

Gelecekteki Bana...

   
    
Geleceğe mektup demişken...
Bloguma isim koyarken de bu konudan esinlenmişken...
Gerçekten "Geleceğe Mektup" yazmaktan bahsedelim isterseniz biraz da.

Geçenlerde CNBC-e'de How I Met Your Mother'ın eski bölümlerinden birisini izlerken tam da bu mevzu geçiyordu. Şimdi anlatacaklarım biraz spoiler içerebilir:

Robin karakteri yeni biriyle çıkmaya hazırlanırken, eski sevgilisi olan Barney kıskançlığın pençesinde kıvranıp "Robin'i geri istiyorum!" diye tutturmaya başlar. Bu noktada Ted karakteri araya girer ve Barney'nin bir zamanlar gelecekteki kendisine yazmış olduğu mektubu okumasının zamanının geldiğini söyler. Meğer karakterlerimiz sorunlu ilişkilerinin ardından, yaşadıklarını unutma ve gelecekte o insana geri dönmek isteme  ihtimallerine karşı; neden ayrıldıklarını anlatan mektuplar yazarlarmış. Bu sayede Barney, Robin ile neden ayrıldığını hatırlamış oldu.

Bence mektup olayı gerçekten harika bir şey. Sanki zaman makinasıyla yolculuk yapmış da geçmişteki haline geri dönmüş gibi. Her şeyi hissedebiliyorsun. Bu nedenle günlük yazmayı falan da çok severim, okumaktan ayrı bir keyif alırım; her ne kadar son zamanlarda ayda yılda bir derin bir duygu yoğunluğu yaşadığımda yazmaya kalkışsam da. Benim günlüğüm artık günlük değil yıllık oldu galiba. 
    
    
Diğer taraftan, mektup mevzusu ayrı bir güzel. Düşünsenize gelecekteki belli bir tarihe postalanmak (ya da okunmak) üzere bir mektup yazdığınızı. O anki hisle, o anki duyguyla, o günlerdeki yaşadığınız olayların ağırlığıyla... Zamanında -galiba 18 falandım- böyle bir mektup yazmıştım. Daha doğrusu mektup değil de bir e-postaydı. Hala beklerim. Zira 30 yaşımda bana ulaşacak. (Tabii bundan önce küçük bir deneme yaptım bir hafta sonrası için, gelecek mi gelmeyecek mi diye ve işe yaradı.)

Bu geleceğe mektup olayı için bir web sitesi var. Bu siteye yazıyorsunuz e-postanızı ve gelecekte size yollamak üzere veritabanlarında saklıyorlar. Müthiş bir fikir! Site şu:


Siz de bu site ile gelecekteki kendinize mektup yazabilir ve o müthiş deneyimi yaşayabilirsiniz. Neler yazacağınızı merak ediyorum açıkçası. Ben ne mi yazmıştım? İnanın hatırlamıyorum ve ben de en az sizin kadar merak ediyorum :)
   
   

Zaman tünelinde

   
   
Geçen hafta Antalya'dayken annemle, annem çocukken anneannemlerin oturdukları ev hala yerinde duruyor mu diye bulmaya gittik. Annem ve anneannemler çok sık bahsederlerdi bu bahçeli evden, denize 5 dakika mesafede olduğundan, plajda geçen yazlarından, komşularından, bahçelerinden... Kaleiçi'nde sokaklarda dolaşırken oraların yerle bir olup bambaşka yapıların yapılmış olduğunu görmekten çok korktuk ama hiç de korktuğumuz gibi olmadı. Annem evi eliyle koymuş gibi buldu, sokaklar aynı, evler aynı. Tek fark, o zamanlar sıradan halkın oturduğu bu bahçeli ahşap evlerin hemen hemen hepsi restore edilmiş, butik otel olmuş. Oralar yerleşim yeri olmaktan çıkmış artık.

Annemlerin evi terk edilmiş bir vaziyette duruyordu. İlk çektiğim resimden de anlarsınız bunu:
   



Annem evi görür görmez duygusal anlar yaşadı haliyle. Dile kolay yaklaşık 40 sene öncesinden bahsediyoruz. Ne anılar canlandı gözünde kimbilir? Benim bu evle ilgili herhangi bir anım olmasa da böyle eski tarz evlere, yaşamlara aşık olduğum için ben de bambaşka hisler yaşadım. Bu esnada evin bahçe kapısından genç bir çocuk girdi, evin bahçesine ve eve girip giremeyeceğimizi sorduk, durumu izah ettik. Bahçede köpek olduğunu söyledi, dolayısıyla uzun uzadıya içine giremedik ne yazık ki.

Çekebildiğim diğer fotoğraflar şu şekilde:
    
    


  
Evi yaşarken Turgut Özal satın almış ve bir vakfa bağışlamış. Şimdi o vakfa aitmiş ama neden bu şekilde atıl bekletildiğine dair hiçbir fikrim yok, çünkü mahalledeki diğer evlerin hepsi otel olmuş. Turgut Özal falan satın almış, ev tarihi eser gibi bir şey. Denize 5 dakika bile uzaklıkta olmayan bu evle neler neler yapılabilecekken dedemin neden Antalya'dan taşınmayı seçtiğine dair hiçbir fikrim yok.

Bu da aşağı bahçe kapısından çektiğim bir fotoğraf:
     
    

    
Antalya'dan dönünce anneannemlerde eski fotoğrafları ortaya döktük, zaman tünelinde ufak bir yolculuğa çıktık. Eski siyah beyaz fotoğraflarına baktık Antalya'nın, o günlerin. Yenilerle kıyasladık, hüzünlendik biraz.

Zaman tünelinde yolculuk bitti, ben tekrar bugüne döndüm. Anlayamadığım bir şey var, böyle güzel geçmişler yaşanmışken, şimdi bozkırda ne arıyoruz biz? Kendimi bildim bileli suya olan özlemim bundanmış demek! Tez zamanda içimizdeki de dışımızdaki de bozkırlardan kurtulmak dileğiyle...

"Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar mı sokaklar?"
   
  
  
  
Tadında biten şeyleri severim. Sevdiğim dizilerin uzatılıp uzatılıp kabak tadı verdikten sonra nefret ettirilerek finalinin yapılmasındansa, zirveye ulaştığı dönemde bitirilmesini yeğlerim. Bir pastayı koca bir porsiyon yiyerek pastadan tiksinecek duruma gelmektense tadımlık alıp o pastayı zevkle yemeyi severim. İşte bundan dolayıdır ki Teoman'ın müziği bırakma kararını ilk duyduğumda şoke olmadım. (Nerden çıktı bu karar derseniz bağlantısı burada: Baglanti )

Çünkü son yıllarda Teoman geçmişteki başarısından oldukça uzak bir çizgide seyrediyordu. Elbette ki dinlenesi şarkıları vardı her zamanki gibi ama o efsane 17, Gönülçelen ve hatta daha yakın zamandaki Renkli Rüyalar Oteli albümlerindeki müzikalitesinden gittikçe uzaklaşıyordu. Bu açıdan kendisini yıpratmadan ve hayranlarını daha fazla yaptığı müzikle üzmeden müziği bırakma kararı mantıklı bir karar gibi duruyor -tabii ki mantıklı düşününce bu böyle!
  



Oysa diğer taraftan duygusal bir bakış açısıyla bakıldığında her şey tersine dönüyor, özellikle müzik benim gibi hayatınızda önemli bir yer işgal ediyor ve sizin için önemli olan şarkılara derin anlamlar yüklüyorsanız. Sevdiğim şarkıları hep ilk çıktıkları ve onları ilk dinlediğim anlarla (şayet o anları hatırlayamıyorsam ilk dinlediğim zamanlarla) hatırlarım. Bir şarkıyı birisinin tavsiyesi üzerine dinliyorsam mesela, o şarkıyı dinlerken daima o kişi gelir aklıma. O dönemde yaşadığım önemli bir şeyler varsa, hep o olayları hatırlarım o şarkıyı dinlerken; yaşadıklarımı, paylaştıklarımı, hüzünleri, sevinçleri... Benim için bir şarkı X senesinin şarkısı değildir, benim liseyi bitirdiğim yılın şarkısıdır, 20. yaş günümün şarkısıdır vs. vs. 

Benim büyüdüğüm  dönemde Teoman çok popüler olunca ve Teoman'ın şarkı sözleri müthiş bir derinliğe sahip olunca; Teoman herhangi bir şarkıcıdan çok daha fazlasını ifade etmiştir bana. Son yıllarda nispeten kötü albümler yapmaya başladığında ve herkes Teoman'ı çeşitli tavırlarından dolayı eleştirdiğinde dahi bu tutumum değişmedi. O benim için hep özeldi, çünkü ben Teoman'la ve şarkılarıyla büyümüştüm. 

Ortaokulda derste walkmani kulağımıza takıp gizlice 17'yi dinlerdik arkadaşlarımla, henüz 12-13 yaşlarındaydık ve 17 yaşını iple çekiyorduk. Teoman'ın Telsim konserleri vardı bir ara, abimle uykusuz kalıp gece yarıları onları izlerdik. Lise hazırlıktayken çıktı Gönülçelen, şarkıya da klibe de aşık olmuştum, bir ergen için çok şeydi Gönülçelen. En sevdiğim şarkısı olan O'nun bitiş melodisine "nana nana nana na na nana na na na na!" diye deli gibi eşlik ederdim. Yine üniversitedeyken Kim'i dinlerken "sıcak evim olup kış vakti okul dönüşünde"yi yurt odasında dinleyip evi özlerdim. Bunlar ve daha anlatamadığım onlarca anı var şarkılarında hep.

Hal böyle olunca, her ne kadar mantıklı gibi görünse de çok üzüldüm Teoman'ın müziği bırakmasına. Hayalleri gerçekleşemediği için bir burukluk sezdim açıklamasında. Bir şeyi unutmuş sanırım Teoman, bu ülkede kimin hayalleri yıkılmıyor ki? Çok sevdiğim bir film olan Devrim Arabaları'nda bir replik vardır: "Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz." bizdeki de o hesap. Umarım bilmem kaç senedir yaşadığı ülkeye uyum sağlamayı seçip kaldığı yerden devam etmeye karar verir, bu kırgınlıklar geçince. Yine de neyi seçerse seçsin o bizim için hep önemli kalacak!
   
   

Yalanlar



"Ben hayatta yalan söylemem!" diyen insana dönüp bir kez daha bakacaksın, muhtemelen hayatının en büyük yalanını o anda söylemektedir "Ben hayatta yalan söylemem!" diyerek. Her ne kadar kabul etmek istemesek de, kızarsak da bozarsak da, hatta kimi zaman kendimizden nefret etsek de hepimiz yalanlar söyleriz. Bazen beyaz  bazen kara, bazen zorunluluktan  bazen eğlencesine, bazen korkudan bazen kalleşlikten...

Bir kaç yıl önce İstiklal Caddesi girişinde arkadaş grubumuzla bir adama rastlamıştık. Adam bizden para istedi. Ne için olduğunu sorduğumuzda "Şarap alacağım." dedi. Biz bu duruma dumur olmuş bir vaziyette "Ne yani bunun için mi istiyorsun?" dedik. Adam da "Evet, ekmek alacağım diyip yalan söylesem daha iyi mi olurdu?" diyerek bizi dumurdan dumura sürükleyen bir cevap verdi. Adam yalan söylememişti ama neticesinde bizden beş kuruş para koparamadı, çekip gittik.




Hani bir söz vardır: "Hırsızlığın büyüğü küçüğü olmaz. Bir ekmek çalan da hırsızdır, bir eve giren de." Yalan da bu sözle bağdaştırılıyor pek çok insan tarafından. Yalanın büyüğü küçüğü olmaz deniliyor. Bu noktada, sanırım sizleri hayal kırıklığına uğratacağım ama tahmin ettiğinizin aksine ben yalanı hırsızlıkla bir tutmuyorum. Benim gözümde bir insanı küçük düşürmek, arkasından vurmak için söylenen yalan ayrı; annen baban evhamlanmasın, arkadaşın üzülmesin diye söylenen beyaz yalanlar ayrı. Yalanı hiç bir şekilde tasvip etmiyorum ya da iyi olduğunu savunmuyorum ama her yalanı bir tutmuyorum dediğim gibi. Ama tahammül edemediğim bir şey varsa o da ikiyüzlülük. Karşındakine öyle düşünmediğin halde yalanlar söyleyip kandırmak, arkasından da demediğini bırakmamak. Ne kadar çoklar bu insanlar, nasıl da mantar gibi türemişler. Orada, burda, şurdalar, her yerdeler. En tahmin edemeyeceğin insan bir bakıyorsun ikiyüzlülüğün dik alasını yapıyor. İkiyüzlü davrandığı insana bu durumu anlatsan bir türlü anlatmasan bir türlü! İlgili kişi üzülmesin diye mecbur sen de yalan söylüyorsun. En zoru da bu olsa gerek.

Tamam her yalanın boyutu aynı değil ama karşımızdakini üzmemek adına da olsa söylediğimiz yalanlar, bize de zarar veriyor. Her yalanla biraz daha kirleniyoruz ve dünyayı da kirletiyoruz. Masumiyetimizden gitgide daha da uzaklaşıyoruz. Sanırım bundan dolayı, bir kaç yıl önce umurumda bile olmayan İstiklal Caddesindeki o adam şimdi bana sempatik gelmeye başladı. İyilik için de olsa kimsenin kimseye yalan söylemediği bir dünya mümkün olsa keşke!
       
     

Hüzünden komediye...



"Yeniden iyi biri olmak mümkün."

Bu cümleyi Uçurtma Avcısı'nı okumuş olanlarınız ya da filmini izlemiş olanlarınız varsa iyi bilir. Kitabın ve filmin en önemli repliğidir. Hemen hemen tüm hikaye de bu replik üzerine kurulmuştur. Ben henüz filmini izlemedim, kitaptan uyarlanan filmlerin daima önce kitabını okuma yanlısı olduğum için. Ancak, kitabı tek kelimeyle "mükemmel"di diyebilirim. Ölmeden önce okunması gereken kitaplardan, yalnız hüzün sevmiyorsanız "Uzak durun!" derim. Zira bir hayli hüzünlü, kitap boyunca gözyaşlarımı zor tuttum diyebilirim. Bu noktadan sonra kitapla ilgili anlatacaklarım içerik hakkında az da olsa bilgi verebileceği için, kitabı okumamış olanlar varsa aşağıdaki paragrafı atlayıp, öyle devam edebilirler okumaya.

Kitapta Emir ve Hasan isimli, Afganistanlı iki çocukluk arkadaşının geçmişten günümüze hayatlarından kesitler sunuluyor. Emir hayatının bir döneminde Hasan'ın başına gelen ve müdahale etmediği bir olay için yıllarca suçluluk duygusu içinde kıvranıyor. Kitabın en can alıcı kısımları da bu olayın yaşandığı kısımlar zaten. İnsan, insan olduğuna kahrediyor. "Ben olsam ne olursa olsun engel olurdum, bir şeyler yapardım!" diye haykırıyorsunuz içinizden.

Bu hüzünlü hikayeyi anlatırken benim de bu denli kötü olmasa da şahit olduğum bir olay, akabinde olaya müdahalem ve yaşadıklarım geldi aklıma. Yazdığım yazıyı hüzünden komediye dönüştüren şeyin ta kendisi de bu zaten.

Günlerden bir gün Cevahir AVM'nin yemek katında bir fastfood restaurantında, yemek almak üzere sırada bekliyordum. Tek başımaydım, benim önümde 20'li yaşlarında bir erkek var. Sabırsız ve gergin bekleyiş, bilirsiniz. Tam bu esnada başka bir erkek yavaşça önümdeki kişiye yaklaştı, önce "Eyvah! Kaynak yapmaya kalkacak, işin yoksa tartış!" dedim içimden. Sonra bir baktım o yaklaşan kişi elini önde bekleyen kişinin arka cebine atmış, cüzdanını almaya kalkıyor. Ben bunu görünce şaşınlıktan ağzım bir karış açıldı tabii. Etrafıma baktım, benden başka gören kimse yok. Göz göre göre çocuk cüzdanını çarptıracak, ne yapacağımı bilemez bir halde kalakalmış halimi varın siz tahmin edin. Bu durum karşısında sessiz kalamadım ve cüzdanı almaya kalkan çocuğun koluna yapıştığım gibi bağırdım: "Napıyorsun sen ya?" Bu sırada cüzdanı kaptırmasına ramak kalan çocuk da döndü ve bunlar başladılar gülmeye.

O an jeton düştü, zaten bunlar da izah etmeye başladılar. Meğer cüzdanı çarpmaya kalkan çocuk, sırada bekleyenin arkadaşıymış. Kendince bir şaka yapmaya kalkmış. "Ama ne şaka!" dedim içimden. Benim elimde laptop çantası falan var, şakayı yapan çocuk "Bir an çanta kafama inecek, eyvah! diye geçirdim içimden çok korktum." falan dedi ama bunlar nasıl geyiğini yaptılar kaç dakika. "Duyarlı bir vatandaş olmanın bedeli bu galiba!" diye geçiriyorum ben de, şuna bak maskara olduk. Hayır, ben nereden bileyim arkadaşı olduğunu, şaka yapmaya kalktığını falan. Yüreğime inecekti az kalsın, cüzdan göz göre göre gidiyor diye.  Sonunda ben de bu ikiliye katıldım ve biraz güldük ama yine de bayağı bir bozuldum yani ne yalan söyleyeyim.

Bu da böyle bir anımdır. Ama "Yine olsa ne yaparsın?" diye sorsanız, yine olsa yine aynısını yapardım. Ne olur ne olmaz, ya gerçek hırsız çıkarsa. Keşke herkes bu kadar duyarlı olabilse...



İnsan değil mi, hepsi aynı bunların!




Eminim çoğunuz dikkat etmişsinizdir, sevgililer, evli çiftler ve yakın arkadaşların birbirlerine ne kadar benzediklerine. Aslında suratlarını tek tek incelediğinizde birbirlerine çok da benzemediklerini hemen farkedebilirsiniz ama dikkatli incelemeden bütün olarak bakınca genellikle ne kadar da birbirlerine benzediklerini görerek oldukça şaşırırsınız. Düğün fotoğrafları, videolar hep bu benzerliği daha da gözler önüne seren şeylerdir. Ben her defasında, çiftlerin ne kadar da benzer suratlara ve ifadelere sahip oldukklarını gördükçe sanki ilk kez böyle bir şeye şahit oluyormuşçasına oldukça şaşırırım. Eskiden beri bunun nedenini oldukça merak etmişimdir. Bilim adamları bu benzerliğe "ayna" denilen nöronların neden olduğunu söylüyorlar. Geçtiğimiz günlerde TÜBİTAK'ın sitesinde bu nöronlarla ilgili bir yazı okudum. Yazı aşağıdaki gibi:

Kendinizi hiç, başkalarının mimiklerini taklit ederken yakaladınız mı, ya da nerede duyduğunuzu hatırlamadığınız bir şarkının dilinize dolandığı oldu mu?

1990'larda Vittorio Gallase ve Giacomo Rizzolatti adlı iki İtalyan bilim adamı düşünce okuma konusunda maymunlar üzerinde yaptıkları deneyler sırasında yeni bir tip nöron keşfettiler. Bu nöronlar, belli işleri yaparken aktif hale geliyorlardı, tesadüfen farkedilen diğer özellikleri ise bir başkası aynı işi yaparken de aktif hale geçmeleriydi. Bu nöronlar primatları, insanları ve kuşları karşısındakini taklit etmeye zorluyordu! Bu özelliklerinden dolayı "ayna nöron" adını aldılar.

Daha sonra yapılan araştırmalar ayna nöronların insan beyninde "broca" denen ve konuşmadan sorumlu olduğu bilinen bölgede bulunduğunu gösterdi. Bilim insanları buradan yola çıkarak, konuşmanın, başkalarının hareketlerini tanıma ve algılama ile başladığını düşündüler. Önceleri el kol işaretlerine ve mimiklere dayanan haberleşme, zaman içinde konuşmaya dönüşmüştü.

Düşmanınızın yüzündeki ifade birazdan ne yapmanız gerektiği hakkında her zaman iyi bir fikir verir. En iyi hatiplere bakın ya da kendinizi konuşurken düşünün, elleriniz ve kollarınız konuşmayı tamamlamaya çalışırlar ya da kimi zaman sözcüklerinizle saklamaya çalıştığınız düşüncelerinizi yüz ifadeniz ele verir. Vücut dili ya da empati üzerine onlarca kitap bulabilirsiniz bugün. Bilim insanları günümüzde ayna nöronları psikolojinin DNA'ları olarak görüyor.

Merak edilen sorudur "herşey nasıl başladı?". Herşey, yansıma ile başladı, milyonlarca kilometre öteden gelen güneş ışını dünyaya vardığında, yansıdı. Yansıma bugün beyinlerimizde devam ediyor.



Hep merak konusu olan; esnemenin neden bulaşıcı olduğu, karşımızdaki insan kaşınınca neden bizim de kaşınmak istediğimiz, karşımızdaki göz kırpınca neden bizim de göz kırpma isteği duyduğumuz gibi sorular bu araştırma sayesinde kolaylıkla cevap bulabiliyor.

Araştırmalara göre vücudumuzda bulunan ayna nöronların etkisiyle karşımızdaki insanların mimiklerini, hareketlerini, konuşma şekillerini taklit etme ihtiyacı duyuyoruz kendimizde. Dolayısıyla da en çok etkileşimde bulunduğumuz insanlar en çok taklit ettiğimiz insanlar oluyor. Gün geçtikçe ve etkileşimimiz arttıkça farkına bile varmadan o insanlara benzemeye başlıyoruz; onlar gibi konuşmaya, onlar gibi mimiklere sahip olmaya, onlar gibi davranmaya... 

 
Yine bilim adamlarına göre, belli mimikleri ve davranışları paylaşan insanların zamanla suratına bu mimikler yerleşiyor ve yüz şekilleri bu mimiklere göre değişiyor. Yani bir insan hangi insanın mimiklerini daha çok taklit ederse, zamanla yüz şekli taklit ettiği insanı andırmaya başlıyor. Sevgililer, eşler ve yakın dostlar günlük hayatta çok fazla birlikte vakit geçirdikleri için dolayısıyla bir süre sonra birbirleri gibi görünmeye başlıyorlar.

Kaynak: http://www.biltek.tubitak.gov.tr/


 



Daha önce bahsettiğim mülakat hikayelerimin devamını da sizlerle bugün paylaşmaya karar verdim. Zira denizde kum bende iş görüşmesi olduğu sürece bu paylaşmalar hiçbir zaman bitmeyebilir. Dök içini rahatla platformuna çevirdim iyice burayı da, neyse :) İşte bir kısmı daha:

"Big Four" diye tabir edilen denetim ve danışmanlık firmaları vardır, bilirsiniz eminim. İşte bu very big "Big Four" firmalarından bir tanesinde danışmanlık için iş görüşmesi sürecine dahil olmuştum. Önce sınava davet edildim. Başka şehirde oturduğum için hemen söyledikleri tarihte gidemeyeceğimi belirttim, daha sonraki sınava çağıracaklarını söylediler. Sınav için defalarca aradılar, en sonunda sınava katılabildim. Sınavı geçtim,  bu sefer de görüşme için ortak bir zaman ayarlayamadık, yine defalarca arama durumları vs. En sonunda ilk görüşmeye de gidebildim. 

Görüşme benim açımdan gayet olumluydu. Görüşen kişi de zaten görüşme sırasında benimle ilgili görüşünün olumlu olduğunu söyledi, üstü kapalı olarak diğer görüşmeye kesin çağıralacağımı ima etti. Hatta diğer görüşme ile ilgili taktik verdi bana. Başka şehirden geldiğim için, benim için İK ile konuşacağını sürecimi hızlandıracaklarını söyledi. Ben de dedim ki içimden "Bu sefer insan gibi davranan bir yer çıktı çok şükür!" "Bir hafta içinde haber çıkmazsa kesin arayın." dediler ayrılırken. İstanbul'da bir hafta boyunca sırf bu görüşme için bekledim, Allah'tan kalacak yerim vardı. Sonuç: tabii ki ses çıkmadı! Firmayı aradım, defalarca aradım ama her seferinde çok ilginç bir şekilde(!) İK toplantıdaydı. Kimseyle görüşemedim ama nasıl çıldırıyorum. En son aradan 3 gün geçtikten sonra bir yetkiliye ulaşabildim, meramımı anlattım. (ki bu sırada eve dönüş biletimi almak üzere acenteye gitmiştim, ulaşamasam bileti alacaktım artık.) "Ben şu an sizinle ilgili "comment"leri göremiyorum, sistemde sorun var galiba. Ben sizi 5 dak sonra arasam, olur mu?" dedi konuştuğum kişi. Ben de "Bakın bu kadar aradım ulaşamadım, ben bu yüzden İstanbul'da kaldım. Kesin arayacaksınız değil mi 5 dak sonra?" dedim. "Evet, evet." dedi karşıdaki. 5 dak. değil yarım saat geçti, yine arayan soran yok. Ben de bir daha aramadan sormadan biletimi aldım ve o akşam evime döndüm. O firmadan ise değil ertesi gün, hiçbir zaman haber çıkmadı. Ayıp denen bir şey var ama ayıbı bilen nerede?

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yine bir firmayla görüşmem ve yine İstanbul, çok büyük bir firma değil ama İsveç firması belki iyi bir yerdir diye gidiyorum. Görüşme sabah 9:00'da. Sabahın köründe taa -kaldığım yer olan- Çamlıca'dan Yeşilköy'e gidiyorum, varın siz düşünün artık kaçta kalktığımı. Öncesinde bir iş başvuru formu dolduruyorum ve beni görüşmeye alıyorlar. Görüşme komik(!) bir şekilde sadece 5 dakika sürüyor, ömrümdeki en kısa iş görüşmesi. Karşımdaki kişi önce benim kendimi tanıtmamı istiyor ve sonrasında formda yazmış olduğum beklediğim ücrete bakıp "Yalnız bu ücret çok fazla, biz bu parayı veremeyiz." diyor. "Biraz daha düşebilir misiniz?" Son olarak beklediğim ücretin 400-500 daha altına bile belki çalışabileceğimi söylüyorum ama kadın benim bu dediğim ücretin de 500 daha altında bir rakam bekliyor demek ki, çünkü benim düştüğüm ücret bile fazla geliyor. Durum böyle olunca görüşmeyi sonlandırıyoruz. Ne profesyonel bir görüşme ama! Ücret fazla geldiyse bile, insan profesyonelce bitirir görüşmeyi, sabahın köründe taa oralara gitmiştim kalkıp. 

Üstelik, İstanbul gibi yerde, İTÜ mezunu bir insana neredeyse 1000 TL'nin altında bir ücret vermeye kalkmak da ayrı saçmalık! Bu da böyle bir anımdır. Neyse sabah sabah Yeşilköy havası almış oldum bu sayede :)

-------------------------------------------------------------------------------------------------------


Türkiye'nin en büyük özel bankalarından birinin MT sürecine dahil olmuştum. Sınava girdim, çıktım ve sınavı geçtiğimi öğrendim. Özel nedenlerden dolayı, sınava İstanbul'da girmiş olmama rağmen mülakata Ankara'da girmek durumunda kaldım. Fakat ilgili banka mülakat bilgilerini telefonla teyit etmeyip, sadece maille yolladığı için mülakat yerim İstanbul olmuş oldu. Mülakat tarihinde finalleri olanlar, başka önemli işleri olanları falan da duydum, nasıl bir iştir bu telefon etmeden sadece mail göndermek o da ayrı bir olay! Telefonla ulaşmaya ve mülakat yerimi Ankara'ya aldırmaya çalışıyorum. Koskoca bankanın İKsından kimseler telefonlara çıkmıyor, içeride çalışanlardan aldığım İK telefonları da aynı şekilde cevapsız. Özellikle yaptıklarına eminim ve böyle kurumsal bir bankaya hiç yakışmadığına da. Neyse mülakat tarihinden 2 gün önce artık umutları kesmişken birine ulaşıyorum da aldırıyorum mülakat yerimi Ankara'ya.

Görüşmeye 6-7 kişilik bir grup olarak giriyoruz ve bize bir konu verip bu konuyla ilgili aramamızda tartışarak fikir birliğine varmamızı istiyorlar. İK yetkilileri ise bizim bu grup içindeki performansımıza göre karar verecekler. Bankaların hepsi böyle yapıyor MT mükakatlarını biliyorum ama çok saçma. Benim o an, orada tanımadığım insanlarla olan ve maksimum 5 dakika konuşabildiğim bir performansa göre işe alım kararı cidden çok gülünç. Tamam sürecin sonraki aşamaları da var ama o aşamalara geçme kararı sadece bu mülakata bağlı. Beni tanımıyorsunuz bile siz. Önce birebir mülakat yapıp, beni tanımaya çalışırsınız, sonrasında ise bir de grup içindeki performansıma bakarsınız anlarım ama bu resmen saçmalık. Nitekim elendim de, ama mülakattan sonra gruptakilerle de konuştuk. Hepimizin performansı hemen hemen aynıydı. "Alınırsak hepimiz alınırız, elenirsek de hepimiz eleniriz." demiştik. Kimler, neye göre alındı hiç bilemiyorum. Umarım en kısa zamanda mülakat stillerini değiştirirler.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bir sonraki maceram da kendi şehrimdeki bir firmayla ilgili. Ben bu firmaya hayatımın hiçbir döneminde başvurmadım, onlar nasılsa beni bulmuşlar. Önce bir görüşmeye çağrıldım, o pozisyon bana pek uygun değildi, o yüzden sonra başka pozisyonlar için arayacaklarını söylediler. Sonra başka pozisyonlar açılmış tekrar aradılar, yine görüştük ve beni hemen yönetim kuruluyla görüştürüp (ki yönetim kuruluyla görüştürmeleri sadece formalite, bu işe alındığın anlamına geliyor.) başlatacaklarını söylediler. Benim o aralar haber beklediğim daha iyi yerler vardı, ve açıkçası çok da istekli değildim orada çalışmaya. Erteledim yine ve başka bir zaman başka pozisyonlar için görüşelim o zaman dedik. 

Tabii ki firma yine peşimi bırakmadı ve bir kaç ay sonra tekrar arandım. Bu sefer canıma tak demiş işsizlik "Kesin başlayacağım. " modunda gittim görüşmeye, kabul edeceğim yani. Aynı şekilde artık kanka moduna girdiğimiz İK müdürü ile görüştüm, beni ilgili bölüm müdürüyle görüştürdü. Bu görüşme de iyi geçti, yalnız adam CV'mi eline aldı baktı baktı "Ben bu kadar program vs. bilmiyorum." dedi, ne diyeceğimi bilemedim. Neyse görüşmeden çıktım, bunlar İKcıyla görüştüler, departmandaki adam onaylamış olacak ki beni yönetim kurulu ile görüştüreceklerini söylediler. Bu arada araya öğle tatili girmişti, yemek yedim, bekledim. Tam görüşeceğim derken, İKcı kız yanıma gelip bir mazeret çıktığını ve beni o gün yönetim kuruluyla görüştüremeyeceklerini ama daha sonra arayacaklarını söylediler. Zaten o anda anladım bir gariplik olduğunu, neyse dedim, çıktım. Ertesi gün bir mail: "Daha uygun bir adayla devam etmeye karar verdik." Daha uygun bu aday kimmiş acaba diye merak ettim, birden 1 saat içinde pörtleyiveren! İçeriden durumu öğrenmeye çalıştım ve meğerse "Bu kız burada durmaz, iki gün sonra kaçar, başka yere gider." diye vazgeçmişler almaktan. Yönetim kurulu ile görüştürmek için bekletirken aklınız neredeydi peki? İki gün sonra kaçarmışım, ömür boyu çalışacağım sanki girdiğim yerde! Ne kadar çalışırsam kar sonuçta, bu şekilde elemeleri komedi!

İşte bunlar da bir kaç anım daha o lanet iş görüşmeleriyle ilgili. Artık dua eder oldum "Eğer alınmayacaksam hiç görüşmeye çağrılmayayım" diye. Çünkü cidden çok sıkıldım bu görüşme durumlarından, şirketlerin abukluklarından, saygı yoksunluğundan. Duam ne zaman kabul olacak dersiniz?


 

Ne varsa eskilerde var






Geç oldu ama güzel oldu. Bugün keşfettim bu şarkıyı. Keşfettiğim andan itibaren de çevirip çevirip dinliyorum. Bir şarkının sözleri bu kadar mı güzel olur demek istiyorum.

Yaşadıklarım mı acıtır canımı,
Yoksa yaşayamadıklarım mı?
Geceler mi daha karanlıktır sence,
Yoksa yarınsız sabahlar?
Aşk mı yıkar insanı,
Aşksızlık mı?
Giden mi daha yalnızdır,
Ardında kalan mı?
Tek çaresi zaman mı?
Söyle!

Hangimiz hangimizi tamamlayabildik?
Üzüle üzüle öğrendik el sallamayı gidenlere.

Levent Yüksel gerçekten de çok başarılı bir sanatçı. 90larda ilk yankı uyandırdığı dönemden bu yana oldukça uzun bir zaman geçti. Bir insan yıllar sonra bile nasıl bu kadar başarılı olabilir diye düşünürken diğerleri de geldi aklıma: Sertab Erener, Tarkan, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Ezgi'nin Günlüğü ve niceleri...

Bugün yeni çıkan şarkıcıların şarkılarını asla dinlemiyorum gibi bir yalan söylemeyeceğim, dinliyorum tabii ki onları da. Hatta çok çok güzelleri çıkıyor, çevirip çevirip yeniden dinlemek istediğim. Ama büyük çoğunluğu da ne yazık ki bir sezonluk, daha sonra çöp! (Geçen sezon Serdar Ortaç ve Hande Yener'in şarkılarında neden o kadar "çöp" mevzusuna takmış olduklarını şu an anlamış bulunmaktayım sanırım.) 



Neden diye soruyorum kendime, neden? Onlar da müzikti, bugünküler de. Bu kadar derin fark nereden kaynaklanmakta peki? Onlar resmen sanat eseriydi, yıllarca unutulmadılar. Hala 90lar Türkçe Pop'un yeri apayrıdır milyonlarca insan için Türkiye'de. Şimdikiler hiç öyle değil. Sanırım bu derin fark, işin biraz ciddiye alınması ile ilgili. Hani tarihte bir tartışma çıkmış ya edebiyatta, "Sanat, sanat için midir, toplum için midir?" diye. Şimdiki müzisyenlerin yapmaya çalıştığı müzik tam da bu noktada: Para için.

Seksi kızlarla dikkat çekici klipler, eğlenceli kıpır kıpır bir müzik, tam kopmalık, yazın da albüm çıktı mı "ohhh!". Müziği kendinizi vererek dinlerseniz vay halinize, hiçbir müzikalite yok. Söz dersen zaten şarkı sözü demeye bin şahit ister. 90larda ise, müzisyenler sadece "müzik" gibi müzik yapmak için ortaya çıkmışlar. Hala da bu ekol o şekilde devam ediyor. Ne yazık ki günümüzde yeni çıkan Türk müzisyenleri yıllarca unutulmayacak, adından söz ettirecek "sanat eser"leri ortaya çıkarmaktan ziyade; günü kurtarmak, albüm satıp paraya para dememek için "basit, kolay dinlenir, eğlenceli" şarkılar yapmayı seçiyorlar. Oysa bilmiyorlar ki, kaliteli işler yaparlarsa zaten para da başarı da peşinden gelecek. Sanırım kolaylarına nasıl gelirse öyle hareket ediyorlar. Olan da biz müzik severlere oluyor.


İş bu yazı günümüz Türk müzisyenlerine olan serzenişimin bir dışa vurumudur. Elbette ki günümüzde de hala güzel işler yapan müzisyenler var, onları tenzih eder başarılarının devamını dilerim.



Sevgi emek-ti.





Selvi Boylum Al Yazmalım'daki şu meşhur repliği hepiniz hatırlarsınız: "Sevgi neydi? Sevgi iyilik, dostluktu. Sevgi emekti." Evet sevgi emekti, ama bir zamanlar öyleydi yani sevgi emek-ti. Günümüz dünyasında ne yazık ki artık sevginin emekle iç içe olduğu ilişkiler göremiyoruz. İnsanlar karşılarındakine emek vermekten kaçınıyorlar itinayla. Kendileri karşısındakilerden alabildikleri kadar fazla şey almaya çabalarken, verebildikleri kadar az şey verme gayretindeler. Materyalist dünyanın dibine dibine indikçe, daha da artıyor emek yoksunluğu. İnsan kendisini ne kadar kurtarmaya çalışsa da, materyalizm daha da etkisi altına alıyor bünyeleri. Ne yazık ki durum benim için de aynı, her ne kadar bu durumdan şikayetçi olsam da.

Oldum olası eski filmleri izlemeyi, eski kitapları okumayı çok severim. Eski hayatları bir nebze olsun soluyabilmek çok önemlidir benim için, eski insan ilişkilerini, eski dostlukları, eski aşkları... Geç doğmuş addederim kendimi çoğu zaman. Bana göre 2000'li yılların çocuğu olmak, lanet olası bir cezası bu hayatın bizlere. Eski aşkların, sevgilerin neden o kadar büyülü, destansı olduğunu ve artık neden öyle aşklar yaşanmadığını sorar dururum çoğu zaman kendime.

Bence meselenin en önemli boyutu emek. Eskiden aşkı için, sevgisi için çok büyük emekler verip, çok büyük sorunlara göğüs gerermiş insanlar. Çöllere düşen Mecnunlardan, dağları delen Ferhatlardan, aşkı için ölen Romeo ve Julietlerden bahsediyoruz. Tabii ki bunlar efsane ama gerçek aşklarda da böyle örnekler görmek mümkün. Günümüzde ise hızlı tüketim malları misali onu tüketip başkasına, başkasını tüketip öbürüne gidiyor insanlar. Eski sevgili listeleri kabarırken, yaşanmışlıklar ve paylaşılmış şeyler azalıyor. Sadece adı sevgi-li olarak kalıyor ama sevgi-li olamıyoruz kimseyle. Dost derseniz ayrı bir konu.




Misal, erkek kadın için 100 metre yol yürümüyor. Kadın erkek için yarım saat erken dışarı çıkamıyor. Mesajlara cevap isterken 10 dakika bile bekleyemiyor insanlar, zamanında birbirini bir ömür boyu beklemiş aşklar yaşanmışken. Arkadaşlarımız, dostlarımız için fedakarlık yapamıyoruz, yapmak istemiyoruz. Bizleştirmeye çalışıyoruz insanları. Bizim gibi hissetmesini, bizim gibi davranmasını, bizim sevdiğimiz şeyleri sevmesini bekliyoruz karşımızdakilerden. Yapmazsa çiziyoruz üzerini, nasıl olsa insan bolluğu var, birisi gider diğeri gelir yerine. Metalaştırıyoruz tüm insanları, insanlığı. Sonuç: kabarık eski sevgili listeleri, bozuşulan düzinelerce arkadaş, artan boşanma yüzdeleri, yalnız kalan insanlar, yalnız büyüyen çocuklar. Yalnızlaşmaya bir kez alıştı mı insan, istemez oluyor artık yanında başka insan. Yalnız büyüyen çocuklar, daha da materyalist oluyor. O kadar alışmış ki yalnızlığa, yanında başkasını görmeye tahammül edemiyor belki de. Yanımızda birini istediğimizde, ihtiyaç duyduğumuzda çağırıyoruz insanları yanımıza, sonra atıyoruz bir kenara. Tutkularımız, isteklerimiz, hırslarımız, cinsel dürtülerimiz için kullanıyoruz diğer insanları tüketim malıymışçasına. Sonunda tükenen kendimiz oluyoruz ama farkında değiliz. Diyorum ya 2000'lerdeki dünya tuhaf bir dünya.

2000'lere inat, sıradan güllere, "Güzelsiniz, ama bir şeye yaramazsınız. İnsan sizin için canını veremez. Elbette yoldan geçen biri benim gülümün size benzediğini sanabilir. O tek başına topunuzdan önemli. Çünkü suladığım o. Çünkü fanusun içine koyduğum o. Çünkü rüzgardan koruduğum o. Çünkü tırtıllarını öldürdüğüm o. Çünkü sızlandığı ya da böbürlendiği ya da hatta kimi zaman sustuğu sırada kulak kesildiğim o. Çünkü benim gülüm o." diyen Küçük Prens'e kulak verecek birileri hala çıkar mı aramızdan acaba?

Sorular sorular...


Kendimi bildim bileli yaşamı sorgular dururum. Aklınıza bile gelmeyecek şeyler hakkında sorular bulup sorabilirim. Bugüne kadar mantıklı cevaplar aldım mı? Hayır, hepsi havada kaldı tabii ki de. Ama yine de sormaktan vazgeçmiyorum, deli miyim ne? Son zamanlarda yine aklımı kurcalayan bazı sorular var. Soruyorum:

* Ben kendimim ama ne kendi çıplak sesimi duyabiliyorum, ne de bedenimi çıplak gözle görebiliyorum. Ben ben olmasaydım da başka biri olsaydım, acaba kendimle ilgili ne düşünürdüm? Sever miydim mesela?
* Herkes renkleri aynı mı görür, tatları aynı mı alır? Benim kırmızı gördüğümü başkası benim mavim olarak göremez mi mesela? Benim tatlı algıladığım bir şeyi başkası ekşi olarak algılayamaz mı? Belki de zevkler ve renkler mevzusu bundan kaynaklanıyordur kimbilir?
* İlk insandan bu yana varlıkların adları, yemekler vs. nasıl oluşmuş. Özellikle bu yemek mevzunu çok merak ederim. Mesela asma yaprağını sarma yapıp yiyoruz ama neden elma yaprağını yemiyoruz? Nasıl bilgeymiş atalarımız, lezzetli olanı biliyorlarmış.
* Hayatımızı tesadüfler mi yönlendiriyor? O gün anlık bir kararla orada olmayı seçmeseydim ve o kişiyle tanışmasaydım mesela, hayatım nasıl olurdu?
* Adem ve Havva cennetten kovulmasaydı nasıl bir yaşam sürüyor olacaktık?
* Beynimizin ancak sınırlı bir kısmını kullandığımız biliniyor, tamamını kullanabilsek dünya nasıl bir yer olurdu?
* Paralel evren denen şey var mı? Mesela bundan bilmem kaç gün önce benim yapmadığım bir tercihi yapan başka bir ben evrende bir yerlerde tercihinin sonucuyla başbaşa yaşıyor mu şu anda?
* Neden varız? Sınav için tamam ama sınav neden var? Neden yani bunca karmaşa, neden?
* Neden güzel olan her şey zararlı, ve yine neden her güzel şey çok hızlı bir şekilde sona eriyor?
* Bir de müzik nasıl güzel bir şeydir Allah'ım? Nasıl bulunmuş bu müzik?

Sorularımdan başka varsayımlarım var. Boş durdukça düşünüyorum, evet.

* Bence dünya gerçekte yok. Hepimiz bir rüyada yaşıyoruz. Allah bu dünyayı yaratırken ne biçimde yarattığını bilemiyoruz neticede. İşte bana göre rüya olarak yarattı. Her şey kafamızda. Dokunduğumuz, hissettiğimiz hiçbir şey gerçekte yok. Hani rüyada da her şeyi gerçekmiş gibi hissederiz ya, aynı dünya da öyle. Ölünce uyanacağız ve bitecek her şey. Gerçek dünyaya uyanacağız. (NOT: Hayır bu kanıya Inception izledikten sonra varmadım, küçüklüğümden beri böyle düşünüyorum.)

* Zamanda yolculuk? Buna da çok kafa patlattım. Einstein'dan Tesla'ya araştırmışımdır çok. Bence zamanda yolculuk mümkün. Ama beden olarak değil, bilinç olarak mümkün. Sonuçta ruh bedenin sınırlarından kurtulunca zamandan da mekandan da kurtulacak, özgür kalacak öyle inanıyoruz. İşte anlık bir transla bence bilinç olarak geçmişe ya da geleceğe gitmemiz mümkün. Deja-vu dediğimiz olgu da bundan kaynaklanıyor tamamen bence. Bu yolculuğu nelerin tetiklediğini araştırmam lazım.

* Işınlanma yakın bir gelecekte mümkün olabilir bence. Ama sadece cansız varlıkları ışınlayabiliriz gibi geliyor. Canlı bir organizmanın atomlarına parçalanıp, sonra kusursuz bir şekilde bir araya gelip eskisi gibi olacağına şahsen inanmıyorum ben.

Geçen hafta Sofie'nin Dünyası'nı okudum. Yıllardır okumak istiyordum ama ancak şimdi fırsat bulabildim. Oldukça sevdiğimi söyleyebilirim. Kitabı okuduktan sonra kendi sorularım aklıma geldi ve bu yazıyı yazmamı tetikleyen şey de biraz o kitap oldu sanırım. Özellikle sonu vurucuydu. Okuyun, okutturun derim...

Belki de bu soruları sormadan en iyisi denk geldiği yaşamak. Aşağıdaki öneriyi mi dinlesek ne dersiniz?


Mülakat hikayeleri vol. 1



Geriye dönüp geçen 2 seneme baktığımda neler görmüyorum ki: onlarca iş başvurusu, yine onlarca iş görüşmesi ve hayal kırıklığı, oturduğum şehirden başka bir şehirde iş aradığım için durmadan ettiğim seyahatler, yorgunluklar, depresyon, arkadaşların "Senin gibi birisi nasıl işsiz kalır, sen istememişsindir" tarzı üzücü yorumlarına katlanma, aileyle yaşanan tartışmalar, akrabaların "Hani çok iyi bir okulda okumuştun, neden iş bulamadın?"larına göğüs germe, hiç istemediğim ve sevmediğim bir okulda yüksek lisans yapma... ve daha sayamadığım nicesi.

Tüm bu süreçte Türkiye'nin en iyi şirketlerinin İK departmanlarının o kadar saçma tavırlarına maruz kaldım ki, gülsem mi ağlasam mı dedirtir insana. Bir kaçını paylaşmak istiyorum yaşadıklarımın.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Çok saygıdeğer(!) uluslarası bir firmanın bir pozisyonu için sınava çağrılmıştım. Bu sınav için yine İstanbul yolunu tuttum. Sınavım gayet iyi geçmişti ve neredeyse tamamına yakınını doğru yaptığıma emindim. Nitekim de aynı günün içerisinde sınavı geçtiğime ve mülakat için ileride bana haber vereceklerine dair bir mail aldım. Mülakatta çıkabilecek olası sorulara çalıştım. Aynı liseden mezun olduğum ve o firmada çalışan bir bağlantı buldum ve telefonla bir saate yakın yurtdışı görüşmesi yapıp ondan tüyolar almaya çalıştım. tam anlamıyla kendimi hazırladığımı hissederken, saygıdeğer(!) firmamızdan pozisyondan elendiğime dair bir mail geldi. Klasik "uygun pozisyon olduğu takdirde döneceğiz." safsatası. Ben de hemen telefona sarıldım ve neden elendiğimi öğrenmek için firmayı aradım. Meğer, İK benim CVmi beğenmiş, sınava çağırmış ve sınavım da iyiymiş. Ancak daha sonra sınavı geçenler arasında ilgili departman kendisi tekrar eleme yapmış ve benim CVm de elenen CVler arasındaymış. İnsan ister istemez soruyor, bu denli büyük bir firmanın İK'sı ilgili departmanla koordinesiz mi çalışıyor yoksa alınacak kişi belliydi de diğerleri laf olsun diye mi çağrıldı? Şayet ikincisi doğru ise, benim şehir dışında oturduğum belli iken neden beni oraya kadar yoruyorlar? İki durumda da ilgili firmanın oldukça gözümden düştüğünü belirtmeliyim.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Bir diğer anım yine uluslarası oldukça rağbet gören bir firma ile ilgili. İlgili pozisyon için görüşülebilecek herkesle görüştükten sonra teklif aşaması için beklemeye başlamıştım. Bir hafta içinde neticelendireceklerini söyledikleri halde, 2 hafta geçti 3 hafta geçti hiçbir haber alamadım. En sonunda pozisyona başkasının alındığını öğrendim. Benim alınmama nedenim ise tabiri caizse "yırtık" bir insan olmamammış. Pozisyon satış ya da pazarlama pozisyonu olsa sonuna kadar hak verecektim ama alakasız bir pozisyon için sırf "yırtık" diye birini işe almak çok trajikomik geldi. İşin ilginci firmada hali hazırda çalışan bir arkadaşım olmasa ben sonucu ve neden alınmadığımı asla öğrenemeyecektim. Lütfedip ne maille ne de telefonla dönmediler bile.

------------------------------------------------------------------------------------------------


Bir diğer iş görüşmesi anım uluslarası değil ama Türkiye'nin en büyük holdinglerinin bünyesindeki bir firma ile ilgili. İlgili pozisyon için 5 aşama görüştüm bahsettiğim firma ile. Teklif aşaması için oturup bekliyordum ve az önce bahsettiğim firma gibi 1 hafta içinde sonuçlanacağını söylemişlerdi ki 1 hafta oldu 2 ay. Aradığımda hiçbir şekilde netice alamadım. En son aranıp, pozisyonun tanımı değiştiği için beni maalesef olumlu değerlendiremediklerini üzülerek(!) belirttiler. Meğer, firma finansal anlamda darboğazdaymış, ilgili pozisyona stajyer konumunda birini yerleştirmişler asgari ücret verebilmek için. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim.

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Türkiye'nin ve dünyanın en büyük firmalarından olan bir firmanın sınavını geçip, ön görüşmesi için İstanbul yolunu tutmuştum yine. Görüşme beklediğimden kısa sürdüğünde anlamıştım bir şeyleri zaten ve mülakat yapan İKcıya da kısa sürdüğünden dem vurdum. Kısa olmasının önemli olmadığını onların gayet iyi değerlendirdiklerini söyledi kendisi. Sonuç: olumsuz. Ön görüşme sonrası olumsuz olmasına o kadar içerlemiyorum artık, teklif beklerken karşılaştığım şeylerden sonra. Ama garip olan taraf bu büyük firma adına öngörüşmeyi yapan İK danışmanlık firmasının olumsuz mailini 25 kişiye atarken 25inin de mail adresinin gün gibi ortada olmasıydı. Herkesin adı soyadı, okul maili olanların okuduğu okullar... İnsanlar direkt afişe edilmişler yani. Bu duruma oldukça sinirlendim, okkalı bir mail yazmaya niyetlenirken özür dilemek için aradılar. Hata olmuşmuş. Neden elendiğimi sorduğumda, firma prensibi söyleyemeyiz dediler. Özür diledikten sonra aynı mailin ikinci defa gelmesi daha da trajikomik olanıydı. Bir kere afişe ettikleri yetmemiş gibi, ben de kendilerini buradan afişe etmek isterdim ama neyse...

---------------------------------------------------------------------------------------------------

En son maceram ise 6 ay sürdü. Evet, yanlış duymadınız tamı tamına 6 ay! 6 ay süresince 5 aşama geçirdim ve sayısız bekleme yaşadım. Tam bu sefer olacak, artık bu işi alırım diye düşünürken pat: olumsuz maili. İnsan 5 aşama sürüklediği 6 ay beklettiği birine, lütfedip de telefon açıp sonucu söylemeli diye düşünüyorum. Bu firmayla ilgili planlarım var...

---------------------------------------------------------------------------------------------------

Şimdilik anlatacaklarım bu kadar. Aslında daha yaşadığım neler var ama hepsini şu an yazamıyorum maalesef. Bunları buraya yazma nedenim, Türkiye'de özel sektörün, insana saygının ve insana verilen değerin ne kadar düştüğünü görmenizi sağlamak. Ben kendimi bildim bileli, ilkokuldan beri bugünler için emek vermiş biriyken karşılığı böyle olmamalı diye düşünüyorum.Özel sektör iş veremiyor belki, alacağı kişi sınırlı, onlar da haklı ama yine de insana verilen değer bu olmamalı!

İlk fırsatta bu ülkeden kaçmak için fırsat kolluyorum ve ne acıdır ki benim gibi düşünen çok fazla genç var bu ülkede. Birileri neden beyin göçü var diye ağlamasın sonra!
top