Bir insanı tanımak


İnsan tanımayı seviyorum. Bahsettiğim şey tanışık olduğun insan sayısını artırmak, daha fazla sosyal çevreye girmek, daha çok tanınmak değil. Gerçekten insan tanımaktan bahsediyorum. Geçenlerde bir arkadaşım "Beni tanıyabilen nadir insanlardansın." dedi. Böyle hissettirmiş olmak hoşuma gitti.

Hayatım boyunca hiçbir zaman çok fazla arkadaşım olsun, kalabalık bir çevrem olsun, herkes beni sevsin gibi bir derdim olmadı. Gerçekten hoşlandığım insanlarla vakit geçirip, hoşlanmadığım insanlardan uzak durmaya çalışırım genelde. Yavaş yavaş tanımaya gayret ederim insanları, özümseyerek. Derine indikçe çok çok farklı bir insan bulabiliyorsunuz karşınızda. Kimseyle paylaşamadığı bir şeyini paylaşabiliyor mesela sizinle ya da o paylaşmasa bile siz anlayabiliyorsunuz. O insanın hayatına dokunuyorsunuz, onda bir iz bırakıyorsunuz belki, o da sizde. Tanıdıkça daha çok parçanız oluyor, hayatınıza giriyor, daha çok bağlanıyorsunuz. Bu noktada yaptığı bazı şeylerin diğer insanlarınkinden daha çok can acıtabilme riski oluyor. Ama hiç önemli değil bu, Küçük Prens'te de dediği gibi: "İnsan evcilleştirilmeyi kabul etti mi göz yaşlarını da göze almalı."

Günlük hayatta insanların büyük çoğunluğunun tutumlarının karşısındaki insan ve insanlara göre değiştiğine inanırım. Kimisine karşı anaçtır, kimisine karşı duygusal, bir başkasına karşı agresif, ondan başka birine karşı eğlenceli... Herkes herkese karşı aynı tutumu sergilemiyor sanki. Rol yapmıyoruz ama sadece belli bir tarafımızı ön plana çıkarıyoruz, belki de karşımızdakinin görmek istediği tarafımızı ya da birbirimizi tamamlayacağımıza inandığımız tarafımızı.

İşte insan tanıyınca, derinlere indikçe o insanın diğer taraflarını da görme şansı oluyor. Hiç tahmin bile edemeyeceğiniz taraflarını. Dediğim gibi insan tanımayı seviyorum. Nadiren karşıma hoşlanmadığım bir karakter çıkabiliyor, görmezden geliyorum onu da. Hayatımdaki insanlar açısından şanslıyım, seviyorum hepsini!



Karanlıktan aydınlığa...


Geçtiğimiz Nisan ayında görmeye gittim Karanlıkta Diyalog sergisini, daha doğrusu deneyimlemeye diyelim. Nisan ayından bu yana bu sergiyle ilgili bir yazı yazmak hep aklımdaydı ama erteleme hastalığım sağolsun, erteledikçe erteledim. Nihayet bugün artık yazmaya karar verdim.

Sergiye 8'er kişilik gruplar halinde katılıyorsunuz. Kendi tanıdığınız insanlardan bir grup oluşturup gitmeniz bir parça daha güzel olabilir. Biz 6 kişilik bir gruptuk, yanımıza oradan tanımadığımız iki kişi daha eklendi. Sergiye girmeden evvel görevliler çeşitli uyarıları ve yönlendirmeleri yapıyorlar. Elinize birer değnek veriyorlar, rehberinizle tanışıyorsunuz, koridordan içeri adımınızı atıyorsunuz ve sergi o andan itibaren başlıyor. Öncesinde "Ne kadar karanlık olabilir ki, yani bir süre sonra gözlerim alışır nasıl olsa. Bir şeyleri seçebilirim iyi kötü." diye düşünürken hayatımda belki de ilk kez zifiri karanlığın ne demek olduğunu orada anladım. Gözünüzü kırpıştırıyorsunuz, kapatıp açıyorsunuz, zaman geçsin diye bekliyorsunuz ama hiçbir şekilde o zifiri karanlıktan kaçamıyorsunuz, nesneleri seçemiyorsunuz. İçeri ilk adım attığım anda olduğum yerde kalakaldım, duvarın dibinden ve insanların yanından ayrılmak istemedim. Biraz zaman geçince ve karanlığa alışınca daha serbestçe hareket eder hale gelip ortamın tadını çıkarmaya başlıyorsunuz. Tanıdığınız insanların sesine gidiyorsunuz, arada onlarla çarpışıyorsunuz komik durumlar oluyor. Ama kimseye bağımlı olmadan sergiyi dolaşabiliyorsunuz. 

O gün zifiri karanlıkta bir park gördüm ben, kuşları, çiçekleri, çimenleri, ağaçları... Pazar yerine gittim, meyveleri, sebzeleri seçtim. Kaldırımda yürüdüm tek başıma, insan içine karıştım, tramvaya bindim. Vapurla yolculuk yaptım, boğazı, denizi, rüzgarı hepsini hissettim iliklerimde martı sesleri eşlik ederken. Sinemada film izledim sonra, mis gibi çay kokan bir kahveye gidip oturdum. Evet hepsini gördüm, hissettim, yaşadım. Apayrı bir deneyimdi. Rehberimiz Ali Rıza Bey yol gösterdi hepsinde, o gün böylesine tatlı bir insanı tanıdığım için de ayrıca mutluyum.

Görselliğin hayatımızda ne kadar da önemli bir yer kapladığına şaşırarak şahit oldum o gün ve aslında işte sırf bu yüzden ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğümüze. Görsellik önyargıların belki de en önemli nedeni. Görme duyusu ve görsellik aradan çekilince daha bir fark ediyorsunuz her şeyi: kokuları, sesleri, hisleri, rüzgarı, bir dokunuşu... İnsanların güzel ya da çirkin olması, iyi giyiniyor ya da kötü giyiniyor olması hiç önemli değil. Onlar insan, sesleri var, kokuları var, içtenler, samimiler. Konuşmak güzel, daha çabuk kaynaşıyorsunuz, daha çok güven hissediyorsunuz.

Sergi bitip de yavaş yavaş aydınlığa çıktığımızda gözlerim çok yadırgadı, yavaş yavaş alıştım aydınlığa da tıpkı karanlık gibi. Sonrası bildiğimiz dünya.

Hala devam ediyormuş sanırım, Gayrettepe metro istasyonunda. Hepinize şiddetle öneririm, gidin ve bu harika deneyimi yaşayın. Görme engelli (bu ifadeyi de pek sevmem ama) insanlarla empati yapmak ya da görebildiğimize şükretmek için değil. Zaten 1,5 saat sonra aydınlığa kavuşacağınızı bilerek ve tamamen güvenli bir ortamda, rehber eşliğinde gezdiğiniz bu sergi bence hiçbir şekilde görme engellilerle empati kurmanızı sağlayamaz. Yanınızda kimsecikler olmadan ve gözleriniz görmüyorken İstanbul sokaklarına bıraksınlar sizi bakalım neler oluyor? Şükretme olayına gelince, şükretmek bana her zaman biraz bencilce gelmiştir. Hayır, kendi sahip olduklarımıza şükretmek değil; başkalarının sahip olamadığı ama bizim sahip olduklarımız için şükretmek bir parça bencilce değil mi sizce de? Bu sergiye gidin çünkü, orası görselliğin olmadığı apayrı bir dünya. Kısa bir süreliğine de olsa o dünyanın bir parçası oluyorsunuz. Farkındalığınız, bilinciniz ve hayata bakış açınız değişiyor. Ben mesela dışarıda gördüğüm görme engelli insanlara eskisinden biraz daha farklı bakıyorum artık. Daha farkında, daha bilinçli...

Velhasıl kelam, gidin görün.







Bir sürü haller içinde halim


Cici bir adım daha atmak istiyorum hayata ama ardımdan tutanım çok fazla. Olduğum yerde sıkışmış duruyorum uzun zamandır. Bugün annem telefonda "Sen hep daha iyisini isterdin, noldu da şimdi sadece yetinmeyi seçiyorsun?" dedi. Verecek cevabım yoktu, sanırım uzunca bir zamandır da yok. Önünde oldukça uzun zaman olup da hiçbir şey yapamamak, yaşlanıp da hiç zamanının olmamasından daha kötü galiba.

Çok sevgili bir dostum geçenlerde insanoğlunun en büyük arzusunu yazsana bloguna dedi. Neymiş dedim, insanoğlunun en büyük arzusu. Ölümsüz olmak dedi. Düşündüm biraz, hepimizin kendimize yüklediği en büyük anlam bu aslında: Ölümsüzlük. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamız bile bu yüzden, hırslarımız, kırıp parçalayıp yok etmelerimiz. Bugün öleceğimizi bilsek oysa ki; bu hırs, bu kavga, bu her şey... ne kadar anlamsızlaşırdı.

İnsan ırkı olarak her yaptığımız şeye kendi imzamızı atma isteğimiz var. Devasa yapılar inşa etmek istiyoruz, ölümsüz eserler ortaya çıkarıyoruz. Kendimizden sonra da yaşayacak yeni yeni buluşlar ve icatlar ortaya çıkarıyoruz, başarmak ve nesillerce adımızdan söz ettirmek istiyoruz. Hiçbirisi olmasa sevdiğimiz insanların kafasında hep yaşayacak güzel anılar bırakma telaşı içindeyiz. İsmimiz hep yaşasın ve hep hatırlanalım, öyle değil mi?

Siz de günlük hayatınızda çoğu zaman farkındalığınızı yitirdiğinizi düşünüyor musunuz? Tüm bu ölümsüzlük mevzusuyla bu denli uğraşırken anı kaçırdığımızı hissetmiyor musunuz siz de? Heyecan nerede peki? Daha ileri gitmeye, koşmaya neden olacak bir heyecan lazım belki de. Heyecanı hatırlatacak ufak bir şey... Bu evrendeki her şey bir gün sonsuza dek yok olup gidecek ne de olsa. Koca koca adımları atmak çok daha kolay olurdu belki o zaman.


Hafıza


Eskiden 25 yaşın üzerinde bir insan gördüğümde bayağı bayağı büyük gelirdi. Şimdi ben 25 yaşın üzerindeyim ama 20 yaşımdaki halimden farklı bir his yok içimde. Hissiyat hep aynı kalıyor galiba, beden yıllansa da ruh hep aynı ruh. Aynı çocuksu heyecan, aynı muzırlık... On sene önce yaşanan şeyler daha dün gibi... Yıllar geçtikçe anılar birbiri üzerine ekleniyor ama iş onlarca yıl önceki herhangi bir anıyı hatırlamaya gelince araya eklenen binlercesinin etkisi olmuyor, her şey hala dün yaşanmış gibi canlı...

Hafıza denen şey enteresan, insan hatırladığı sürece var aslında. Bir an için kim olduğunuzu, geçmişinizi, sevdiğiniz insanları, anılarınızı kafanızdan çıkarıp unutmayı deneyin. O zaman kim olduğunuzun, bu dünyada neden yer kapladığınızın ve varlığınızın hiçbir önemi kalmıyor. Sizi seven insanların var olması, dünya için -belki- önemli bir insan olmanız falan artık önemli değil o noktadan sonra, çünkü siz bunların hiçbirini hatırlamıyorsunuz.




Bu dünya üzerinde hayat ışıltısı her daim çok yüksek olmuş ve anılara önem veren bir insan, artık bazılarını hatırlamıyor veyahut karıştırıyor. Ciddi bir şey bu ve üzücü. İnsan her şeyini kaybetse de anılarını kaybetmemeli bence, onlar yok olmamalı. Bi Küçük Eylül Meselesi filminde bir replik vardı: "Ne olur hatırla beni çünkü o anılar sadece senin değil." Kaybedilenler bir kişinin değil ve bu daha da üzücü.

Yaşlanmak hep korkunç gelmiştir. Hayır, ölüm yaklaştığı için değil. Zaten insanın ne zaman öleceği de belli değil. Sadece insanın kendi bedeninin ruhunun isteklerini kısıtlıyor olması üzücü bir şey. Misal, koşmak istiyorsun, merdivenleri koşarak tırmanmak... Sevdiğin bir parkta saatlerce yürümek, üşümek, ıslanmak... Ama bedenin bunların hiçbirine artık izin vermiyor. 

Bundan daha kötüsü varsa o da hafızanın seni kısıtlıyor olması işte. Bedenin seni kısıtlasa da hafızan var olduğu sürece sen varsın, anılarınla, benliğinle, geçmişinle... Ama işte hafızan da seni bırakıp gidince, hiçbir şeyin önemi kalmıyor gibi. Gerisi koca bir boşluk. 

Sahip olduğumuzu sandığımız hiçbir şey bizim değil aslında, hayat garip.


Gürültü


İnsanoğlu sosyal bir varlık, ama hayatta en fazla sorunu yine iletişimsizlikten yaşıyoruz. Birbirimizle iletişim kurmaya çalışırken yaşadığımız çaresizce bir iletişimsizlik bu; yüzyıllardır çözemediğimiz. Hayatta bir iz bırakmak, anlaşılmak istiyoruz. Ama illa ki yanlış anlatıyoruz kendimizi, illa ki yanlış anlaşılıyoruz. Attila İlhan'ın dediği gibi:


An gelir,
Ömrünün hırsızıdır.
Her ölen pişman ölür.
Hep yanlış anlaşılmıştır,
Hayalleri yasaklanmış...

Kendimizi anlatmaya çalışırken karşımızdakini dinlemiyoruz. Çoğu zaman dinlediğimizi zannediyoruz ama aslında karşımızdakinin ne demek istediğini duymuyoruz. Kendimizce anlam çıkarmaya çalışıyoruz bir çok şeyden, doğru-yanlış siyah-beyaz olarak bakıyoruz her şeye. Gri tonları beynimizin en arkalarına atıp kendimizce yok etmişiz çoktan. Kulağımızdaki sesler anlamlı ifadeler olmaktan ziyade birer gürültü haline gelmişler tam da bu nedenlerle. 

Çok fazla gürültü var, duyamıyorum.



İnsan hiç empati yapmıyor bazen. Bazense gereğinden fazla empati yapıyor. Bazen hiç konuşmuyor, konuşmak istemiyor, sessizlik güzel şey. Bazen konuşuyor ama anlaşılacağından emin değil. Konuşmak, hatta bağırmak istiyor bazen ama anlatacak, anlayacak kimse yok. Dinlemek çoğunlukla güzel şey ama ya yanlış anlarsam korkusu var bazen. Bazen susuyor, yanlış anlatırsam diye. Bazen yanlış anlatıyor ama aslında anlatmak istediği şey doğru anlaşılıyor, hep öyle olsa ya. 

Cevaplar var sonra... Cevap verebildiklerimiz, veremediklerimiz, cevap beklediklerimiz, cevap aradıklarımız... Bazen sadece nasıl cevap vereceğini bilemediği için susuyor insan. Bu sessizlik en pişmanlık verici olanı.




Korku


Korkuyorum...

Bugünümden... Bugünümün yarınımı geri dönüşü olmayacak şekilde etkileyeceği, kendisine esir edeceği fikrinden. Ya yanlış bir şey yaparsam?

Yarınımdan korkuyorum. Yarının bilinmezliğinden, hiç gelmemesinden ya da birdenbire gelivermesinden... Birdenbire geliverip de bugünümü talan edip gitmesinden, yok etmesinden korkuyorum.

Dünümden de korkuyorum. Dünümün beni tamamen ele geçirip, bugünüme ve yarınıma hiç fırsat vermemesinden korkuyorum.

Zaman tuhaf ve ürkütücü bir kavram. Uçup gidiyor.

Zaman denilen tünelde genellikle iki yol çıkar önümüze, daha fazlası değil. Daha dün bu yolu değil de öbürünü seçseydim şu anda nereye gidiyor ya da nereye varmış olurdum acaba? Ya da sen, şu anda seçtiğin yolu değil de ötekini seçmiş olsaydın yine bana ulaşabilir miydin? Yolun sonunda ne olurdu?

Belki de hepimiz ulaşmamız gereken yerlerin çok uzağındayız, ya da bize ulaşması gerekenler bambaşka yerlere ve kişilere ulaşmışlar.

Filmin sonu gelmeden öğrenemez miyiz bunu?




Hayattayken yapılacaklar listeme bir check daha...



...attım bugün. İnsanlık için küçük, benim içinse kocaman bir şeydi Notre Dame de Paris müzikalini canlı izlemek. Müzikal bittikten sonra, tadı hala damağımdayken ve kafamda tekrar tekrar izleme planları yaparken, bu tür şeyler için yeterince paramın olmadığına üzüldüm.


İlk kez üniversitedeyken tanışmıştım Notre Dame de Paris müzikaliyle. Yurt odasında Fransızca versiyonunun İngilizce altyazılısını defalarca ama defalarca izlerken bir gün canlı izleme hayalleri kurardım. Geçtiğimiz Ocak'ta Türkiye'ye geleceğini duyduğumda siz varın düşünün ne kadar heyecanlandığımı. En önden bilet alacaktım evet, almalıydım. Ardından Türkiye'ye gelecek olan versiyonun Fransızca orijinal versiyon değil, İngilizce olduğunu öğrendiğimde protesto edip gitmeme kararı aldım. Bu protesto uzun sürmedi, sonuçta yine duygularıma yenilip 26 Nisan tarihine bilet edindim kendime bir tane.


Müzikal başladığı andan itibaren büyülü bir dünyanın içine çekiliyorsunuz, yaşadığınız yüzyıldan sıyrılıp kahramanlarımızın yaşadığı döneme ışınlanıveriyorsunuz. Sesler ve performanslar çok güzel. Müzikal açıdan bir Fransızcasının yanına yaklaşamıyor tabii ama böylesine güzellikte bir şeyi İngilizce dahi olsa canlı izleyebiliyor olmak mükemmel. Yıllarca kayıttan izlerken bile kendimden geçtiğim şarkıları canlı dinlerken tüylerim diken diken, aşmış tepe noktası Belle'de Quassimodo, Frollo ve Phoebus'ın hep beraber söyledikleri kısım. Le Temps des cathedrales, Tu vas me detruire, Ave Maria ve diğerleri... Hepsi birbirinden güzel.


Müzikalden çıktığınızda, o büyülü melodiler hala kafanızda dönerken, aşk ve insanlık tarihi üzerine düşünürken buluyorsunuz kendinizi, yüzyıllar geçse de bazı şeylerin hiç değişmediğini. Aşk uğruna yapılan çılgınlıkları, kadınlara yüklenen yükü, kendinden olmayanı ötekileştirme çabalarını, hırs, sadakat ve sadakatsizliği...


Esmeralda'ya kimin daha fazla aşık olduğuna dair iddialar devam ederken... "Daha fazla aşık olmak" diye bir kavramın aslında var olmadığını hatırlatmak isterim. Herkesin aşkı yaşayış ve ifade ediş şekli farklı sadece. Quassimodo daha saf ve temiz bir aşıktı, Frollo daha çok arzulayan ve tutkulu, Phoebus ise daha çabuk vazgeçen...






Batıl


Batıl inançları olan bir insanım.

Bir sabah uyandığımda uzun bir zamandır varlığını bile unutmuş olduğum bir insan aklıma düşer ve o gün yolda giderken ona rastlarım. Ama ben o insan en son ne zaman beni düşünmüştür, hiç bilemem.

Aklımı sürekli meşgul eden bir insanı düşündüğüm zamanlarda o da hep beni düşünüyormuş gibi gelir. Aslında o düşünmüyordur bile ve ne zaman onu düşünmeyi bıraksam bir şekilde aklına düşeceğim gelir.

Sevdiğim bir insanın başına kötü bir şey geldiğinde bunu hissedeceğimi düşünürüm ama esasında hayatımdaki en önemli kayıplarda haberim olana kadar hiçbir şey hissetmedim, mutlu bile sayılırdım ve hep bunun suçluluk hissini taşıdım.

Küçükken sözler verirdim kendime: Şu saatte uyursam ertesi günüm çok güzel bir gün olacak ama eğer uyuyamazsam sevdiklerimin başına kötü bir şeyler gelecek gibi. Çok inandım ama hiç tutmadı.

Çok istediğim bir şey olmadığı zaman daha güzel şeyler olacağı için olmadığına inandım, o daha güzel şeyler de olmadı sonra.

Başkalarını mutsuz ederek yapılan bir işte hiçbir zaman mutlu olamayacağıma inandım ve yapmadım; ama esasında bunu umursamayanlar hep mutlu oldu, bense mutsuz.

Yine de batıl inançları olan bir insanım.






film, kitap, haftasonu



"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." hayatımda okuduğum en etkileyici kitap cümlelerinden birisi. Orhan Pamuk'un Yeni Hayat kitabının ilk cümlesi. Hayatımı etkileyen, yönlendiren çok kitap oldu ama bugüne kadar hayatımı değiştiren bir kitaba rastlamadım. (Küçük Prens buna en fazla yaklaşanıdır.) Yeni Hayat da Orhan Pamuk'un tek bitirebildiğim kitabıdır zaten. Kitap yarım bırakmaktan nefret etmeme rağmen, her Orhan Pamuk kitabına hevesle başlayışım, aynı hüsranla son bulur. Kitap bir türlü gitmez, ilerlemez, ne yaparsam yapayım olmaz ve daima yarım kalır. Kimileri bu anlamda beni edebiyattan anlamaz görebilir, haklı da olabilir belki, bilmiyorum.


Bu hafta sonu çok güzel bir film izledim ve çok güzel bir kitap okudum, mutluyum. Birincisi Büyük Budapeşte Oteli, son zamanlarda izlediğim en güzel ve aynı zamanda eğlenceli film. Oyuncu kadrosunda yok yok, hikaye desen akıp gidiyor zaten, çekim tekniği de insanı kendinden geçirecek kadar etkileyici. İnsanda bir dokunma isteği uyandırıyor; mekanlara, karakterlere, o zamana. Bir Amelie havası yakalamadım desem yalan olur. Her sinemasever tarafından görülmesi gerekiyor, görülmeli! İkincisi ise Geç Kalmışlar Mangası, Twitter'da severek takip ettiğim Burç Doğu'nun ilk kitabı. Hayatım boyunca değişik bakış açısına sahip insanlara saygı ve hayranlık duymuşumdur, Burç Doğu'nun da onlardan bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Hayata ve olaylara değişik bakış açıları ile yaklaşıyor, "Yemin ederim ben bunu düşünmüştüm ama böyle ifade edemezdim." dedirtiyor. Kitapta yer yer tutarsızlıklar olsa da bir başlangıç kitabı olarak çok iyi, altı çizilesi çok fazla cümle var. Okuyun derim.






Vazgeçmek


Vazgeçmek birdenbire olur. İnsan sakin bir akşam üzeri güneşe karşı otururken birdenbire içindeki boşluğu fark eder. O boşluk ne vakit oraya yerleşti, ne zamandır orada hiçbir fikri yoktur. İlginç olan şey o boşluğu garipsememiş olması, hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden hayatına devam edebilmesidir. Bitmiştir artık, hiçbir önemi yoktur o şeyin. Arkasında küçük bir boşluk bırakarak çekip gitmiştir.


Dedim ya vazgeçmek birdenbire olur. Depremlerin en şiddetli olduğu zaman, fırtınanın kalbindeyken ölesiye mücadele eder insan. Sıkı sıkıya sarılır inandığı şeye, en derin mücadeleleri onun için verir. Hırpalanır, yara alır, kırılır, incinir, yalnız kalır bazı bazı, değişir, zayıf düşer, güçlenir. Uğruna mücadele ettiği şey için her şeyi göze alır, gözünü karartır. Tüm bunlar bittiğinde, sakin bir limana demir atılır. Mücadelenin en zorlu yerinde sıkı sıkı sarıldığı şey, kendisini işte o sakin güneşli akşam üzerinde bırakıverir. Geriye hiçbir iz bırakmadan çeker gider, hiçbir his kalmaz. Sadece ince bir yorgunluk...





Biricik ve eşsiz deneyimlerimiz


Zaman çok hızlı geçiyor. Çoğunlukla ömrümü haftasonlarını bekleyerek geçirdiğim hissine kapılıyorum ve bu beni üzüyor. Yani aslında şu kısmı üzüyor: Ben ömrümün 5/7'lik kısmından o kadar sıkılıyorum ki bir an önce 2/7'lik kısmı gelsin istiyorum. Sonra haftasonu da göz açıp kapayıncaya dek geçiyor. Sonra yeni bir hafta, yeni bir ay, yeni bir yıl...

Önceden de bu kadar hızlı mı geçerdi bu zaman sahi? Bugün bir arkadaşımla bu konuyu irdeledik uzun uzun. Bilim insanlarının bilimsel verilere dayanarak ortaya koyduğu bir gerçek var ki dünyanın dönüş hızı her geçen gün biraz daha artıyor. Dünyanın dönüş hızı arttığı için de günler daha hızlı geçiyor. Yani biz 2014 senesinde yaşayan insanlar için zaman, örneğin günümüzden 200 sene önce yaşamış insanlara göre daha hızlı geçiyor.

Zamanın bir de algıya göre değişen göreceliliği söz konusu tabii ki. Günlük rutin hayatımıza devam ederken bir haftamız jet hızı ile geçip giderken, daha önce görmediğimiz bir şehre tatile gittiğimizde geçirdiğimiz bir hafta sanki bir aymış gibi gelir. Çünkü insan daha önce karşılaşmadığı deneyimleri yaşarken hiçbir ayrıntısını kaçırmamak için detayları belleğine ince ince kazırmış. O deneyimi bir kez yaşayıp, belleğine kaydettikten sonra artık o deneyimin bir benzerini her yaşadığında öncelikle hafızasında var olan kayıtlı eski bilgileri zihninden getirip, eski bilgilerden farklı olan yeni detaylar için ekleme yaparmış. Düşünsenize şu an oturmakta olduğunuz evinize yeni taşındığınızda her oda, her eşyanın yeri, her şey size o kadar yeniydi ki; hepsinin yerini öğrenmek için her detayı tek tek incelediniz, belleğinize kazıdınız. Bunca zaman o evde vakit geçirdikten sonra artık eve, eşyaların yerine o kadar alıştınız ki; düğmeyi hiç aramadan ışığı açıyorsunuz. Hiç bakmadan masaya bir şeyler koyuyorsunuz, karanlıkta yatağınıza zorlanmadan yatabiliyorsunuz.Tüm bunlar için hiç beyninizi yormuyorsunuz. İlk deneyimlerde insan beynini her detayı belleğine atabilmek için yorarken, daha sonrasında zaten bu bilgiler belleğinde olduğu için beynini fazla yormaz. İlk deneyimlerde her detayın tadını çıkarırız ve dolayısı ile zamanın yavaş aktığı hissine kapılırız, daha sonrakilerde ise her şey biraz da otomatik olduğundan zaman nasıl geçer fark etmeyiz bile. 

İlkler bu yüzden anlamlı ve önemli. Kendi ilklerinizi hatırlayın, o biricik ve eşsiz deneyimlerinizi: ilk okula başladığınız günü, ilk doğum günü partinizi, ilk hediyenizi, ilk arkadaşınızı, ilk aşkınızı, ilk hayal kırıklığınızı, ilk tatilinizi, ilk sevgilinizi, ilk işe başladığınız günü, ilk evinizi, ilk çocuğunuzu... Sonrasında beki de binlerce kat güzeline sahip olacağınız yüzlerce anınızı... Sonrasında yaşanan benzerlerinin hiç birisi o eşsiz ve biricik ilkinin yerini tutmadı ya hani. İşte hepsi belleğimiz yüzünden. İlk seferinde daha önce böyle bir şeyi deneyimlemediğimiz için her detayı hissederek ince ince yaşadık, sonrakiler ilkinin birer yansımasından öteye gidemedi o yüzden. İlki için belleğimizde açtığımız yere, diğerleri için sadece yenilikleri ve farklılıkları ekledik. Her yeni deneyimimiz ilkinden izler taşıdı bu yüzden. Asla ilki gibi hissedemedik, tamamen açık bir algı ile teslim olamadık. Hep önyargılı olduk.

Sizce de yeni deneyimlerimize haksızlık etmiyor muyuz?



Nedenler

  
   
Dedemin insanlarında der ki:
Altı soru cümlesinin içinde ilk akla gelenin aslında en cevapsız oluşu ne tuhaftır değil mi? Kim? Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl? sorularının mutlaka doğru ve kesin bir cevabı varken... Neden… Hep değişik cevapları ve yeni soruları getirir.
Eternal Sunshine of The Spotless Mind hesabı kafamdaki gereksiz anıların bir kısmından kurtulma ihtiyacı hissettiğim zamanlarda, fil hafızası bulunan bir insan olarak tek bir anıyı dahi silemeyeceğimi acı bir şekilde anladım. Anılar hayat boyu biriktirdiğimiz birer koleksiyon kafamızın içinde. Kenara koyamıyoruz, atamıyoruz, bir başkasına bırakamıyoruz. Tam en derinlere gömüldü, artık kurtuldum sanırken; bir ses, bir koku... hoop çıkarıveriyor olduğu yerden. Onlara kötü davranmamaya karar verdim sonra, anıları kişisel zenginliğim olarak görmeye başladım zaman içinde. Düşünsene, -iyi olsun kötü olsun- sen o kadar eşsiz bir şey yaşamışsın ki dünya üzerinde aynısını yaşayan başka bir insan daha yok. Olur olmaz yerlerde onlarla yeniden yüzleşmen gerekebileceği gerçeğiyle yaşamayı öğrenmelisin. 

Nedenler mühim. Çünkü şeyi farkettim sonra, nedenini bildiklerin daha az etkilemeye başlıyor seni. Daima hatırlanıyor ama artık acı vermiyor, üzmüyor, keşke dedirtmiyor. Nedenini bildiğin bir şeyi derinlerine gömmek, unutmak daha kolay. Çünkü "çünkü"leri var onların: "Bu benim başıma geldi, çünkü....." Nedenler birer yol gösterici, zifiri karanlık gecede dolunay; yolumuzu buldurup, kaybolmayacağımıza dair inancımızı canlı tutan. Nedenlere sığınmak mutluluk gibi. Nedenler ortadan yok olduğunda o zifiri karanlıkta yapayalnızız, hangi yöne gideceğimizi bilmiyoruz, yalpalayıp duruyoruz, dönüp dönüp başa sarıyoruz. Nedenini bilmediğin anılar kafanda hep bir soru işaretiyle sürekli başa sarıp "Neden" sorusunun binlerce türevini sorduruyor. O başlangıç noktasına geri dönüp bir şeyleri değiştirerek olayların seyrini değiştirebileceğin hissine kapılıyorsun, anılarını değiştirebileceğini. Faydası olmazdı yine de... 


Anılarında yer aldığınız bir insana en azından bir "neden" borçlusunuz oysa ki, sadece bir "neden".







Yaşayıp giderken...



Dünyanın batağına dibine kadar battığımı, batırıldığımızı hissettiğim şu günlerde daha bir nefret ediyorum sanki yaşamaktan. Farklı olduğumu hissediyorum, başka bir dünyaya aitmişim gibi. Peşinden koştuğum şeyler diğer insanlardan hep farklı olmuştur. Ama sanki ilk kez bu farkı bu kadar derinden hissediyorum. Onlar öyle mutlular, ama ben onların bu mutluluğundan ölesiye mutsuz oluyorum. Hayat böyle bir şey olmamalı diyorum; birbirini tüketmekten, insanlara sadece bedenden ibaretmiş gibi davranmaktan, yarını düşünmeden sorgulamadan yaşamaktan, sadece kendini düşünen bencilliklerden, iki yüzlü menfaat oyunlarından, karşındakini yerin dibine batırmaktan zevk almaktan... Bunlardan ibaret olmamalı hayat. Böyle bir şey değil, olmamalı. Bu anlarda tüm umudumu yitiriyorum işte, basıp gitmek istiyorum.


Sonra yürüyüşe çıkıyorum; ılık akşam havası, hafif bir meltem. Hava mis gibi, lacivert gökyüzü. Bir kedi yavrularıyla oynuyor, bir kadın onları doyuruyor. Yanımdan el ele tutuşmuş 18 yaşlarında iki sevgili geçiyor, yüzleri aşktan ışıl ışıl gelecekten konuşuyorlar. En sevdiğim kitabın en sevdiğim bölümünü anımsıyorum. Kulağımda kulaklık, o çok sevdiğim şarkı çalıyor artık bir klasik olan. İyi ki yaşıyorum diyorum, iyi ki hayattayım ve ben bunları duyup hissedebiliyorum. Mutluyum.


--------------------------------------------------------------





Dinlemekten büyük bir zevk aldığım Eski Bando grubu albüm çıkarmış, ismi Renkli Şeyler. Oldukça şirin bir albüm, grubun kendisi gibi. Eski 45'likleri sevenler için birebir, eski aşklar tadında. Albümü dinlerken grubu bir kez daha kanlı canlı dinlemek istedim. Zira canlı performansları da bir o kadar başarılı. Benden ufak bir tavsiye.


Yeni yıl listesi



Her yıl sonunda yeni yıl listeleri hazırlanır. O seneden beklentiler listelenir. Bu sayede umutlar dillendirilir, ete kemiğe büründürülür. İnsanoğlunun kendi belirlediği takvim sisteminden, yine kendince beklediği bir şeydir bu, bir tür ritüel.


Bu sene 2014'ten beklentilerimden ve bana getireceklerinden çok, kendimin kendi kendime ve 2014'e neler verebileceğine kafa yordum nedense. İnsanın ömür yaşı artarken kendisiyle ilgili şeylere daha çok önem vermeye başlıyor galiba. Bu sene 2014'ten beklentilerimin listesi yok, kendimden beklentilerim ise çok. 2014'te kendimden beklediklerimin bir listesi aşağıda:


1. Önyargılarını yık.


Artık tek bir olaydan ya da tek bir sözden yola çıkarak insanları yargılamaktan vazgeç. İnsanlara karşı daha hoşgörülü ol, ikinci üçüncü şanslara değer ver. İlk görüşte insanları tanıyabileceğin düşüncesine kapılmaktan vazgeç.


2. Daha iyimser ol.


Her zaman olabilecek en kötü ihtimalin gerçekleşeceği öngörüsünden vazgeç. Ayrıca ilk görüşte kötü görünen bir şey de gayet mutlu edebilecek bir durum olabilir. Olumsuzlukların içindeki olumlu tarafları keşfetmeye çalış. Hemen mutsuzluğa itilme, bu dünyada güzel şeyler de olabilir.


3. Daha sevimli bir insan ol.


İnsanlara daha az mesafeli olmaya çalış. Olabildiğince sevimli ol, konuş onlarla. Konuşmayı düşünmediğin ve hayatta muhabbet edemeyeceğini düşündüğün insanların içinde belki de bir hazine gizlidir kim bilir. Tanımadan asla bilemezsin.


4. Takıntılarını at bir kenara.


Bu sene yerleşmiş takıntılarından kurtulabileceğin bir sene olabilir. En azından denemekte fayda var.


5. Mükemmeliyetçilikten vazgeç.


Bazen ne yaparsan yap olmuyor. Her şey yolunda gitmiyor, bir tarafı düzeltsen diğer taraf bir daha düzelmemecesine bozuluyor. Her şeyi düzeltemezsin ve dünyayı tek başına göğüsleyip kurtaramazsın. Unut bunu.


6. "Keşke" kelimesini lügatından çıkar.


"Keşke"lerle hiç bir yere varılmıyor, gör artık. Geçmişte bir şeyleri farklı yapsaydın da istediğin sonuçları asla elde edememiş olabilirdin. Dün dünde kaldı, kabul et artık ve dünün için bugününden vazgeçme. Bugün ve yarın hala yaşanılası ve güzel. Her zaman bir umut vardır.


Oradan bakınca sorunlu birisi gibi göründüm, farkındayım. Herkese mutlu seneler :)







top